9 Kasım 2018 Cuma

Üç Maymun

Bütün mesele yol.
Yolda olmak bütün mesele.
Kaç kilometre arşınladın bir bilinmeze
Kaç gönlü tahtsız bıraktın
Kaç kere düştün kaderin amansız ağına
Canlı kanlı duruyor resimler tüm çıplaklıklarıyla
Sual olunmaz bilinmezin parmaklıklarından
Heybe haddince dolmalı diyor bilge
Beylik bir laf gibi geliyor aciz bedenlere
Halbuki dönüp şefkat cümlesi olacak her birine.
Bilmiyor insanlar bilmiyor
Senin de bir nefis taşıdığını
Ve vermeye imtina ettiğini tüm insanlığa
Köşedeki bakkal da bilmiyor.
Nasıl açılır olacak süreçler?
Dillerde bir kardeşlik türküsüdür gidiyor
Oysa zerre-i miskal çaba sarfetmiyor bünyeler.
Destanlar yazdırır derinliği gözlerinin
Yüzme bilmek çare değil.
Zira ufak bir kırampa bakıyor şehadet
Görmüyor insanlar görmüyor.
Senin de bir takatin olduğunu
Ve pes etmek için ufak bir lahza kolladığını.
Köşedeki bakkal da görmüyor.
Oysa sofrandaki aşta emeği var varlığının.
Sürelim süreçleri bilinmez diyarlara, umarsız yarınlara.
Sürüngen olsunlar ayaklar altında.
Sürtündüğüyle kalsın tüm batıl inançlar
Mecal bulacakken bir darbe de onlara indirelim.
İnançların yitip yılanın bin yaşadığı dünyaya 
Fazladır filizlenmiş çiçekler
Naçar bir sual bilinçlerde.
Üretmek kaygısı güdüyor
Şeffaflıktan muaf beyinler.
Duymuyor insanlar duymuyor
İçindeki hüsn-i zanın sesini
Ve her dem sarsıldığını.
Köşedeki bakkal da duymuyor.
Körleşmiş sistemin vurdumduymazlığıdır bu
Varsın bilmesinler,
Varsın kördüğüm olsun zihinler.
Susmak nedir
Ve
Bastırılmak neye denir?
Yıldızları yutan aydınlıkların
İnsanoğlunu kararttığını öğrenirsin bir gece vakti.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Yönetilemeyen Beklenti

Jean-Jacques Rousseau, 1754 yılında, "İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma" adlı eserinde, "Acaba herkesin düşünmeye alıştığının tam tersi olmasın?" diyordu. Diyordu çünkü çağdaşlarının -ve ondan önce dünyaya gelip bu konu hakkında görüş bildirenlerin- büyük bir kısmı modern dünya tarafında görüş birliğine varıyordu. (Hatta Rousseau'dan yirmi iki yıl sonra Adam Smith "Ulusların Zenginliği" adlı kitabında modern toplumların inanılmaz boyutlara ulaşan üretkenliğiyle, ilkel toplumların kısır kaynaklarını karşılaştıracaktı) Rousseau devam ediyordu, "İlkel işçi ile modern işçi karşılaştırmasında ilkel işçi daha zengin olmasın?"

Rousseau'nun bunu söylemesindeki en önemli sebep aslında insanların zenginlik kavramından ne anladığıyla ilintiliydi. Zenginlik maddi anlamda çok fazla göreceli değildir belki ama olaya hem madden hem de manen bakarsak görecelidir. Neden? Çünkü zenginlik salt parayla ölçülebilecek bir değer değildir. İnsanlar parasal anlamda zengin olmayabilir hatta beş kuruş paraları da olmayabilir. Ama baktığınız zaman onları çok mutlu görürsünüz. Birçok mutsuz olan zengin insan bu kişilerin mutlulukları karşısında hayrete düşer. Rousseau savına şöyle devam ediyor, "İlkel ve yabanıl işçi en azından başını sokacak bir yuvası varsa, yiyecek birkaç elma ya da fındık bulabiliyorsa, akşamlarını ilkel bir enstrümanla müzik yaparak ya da keskin taşlarla bir balıkçı kanosu yontarak geçirebiliyorsa, bu dünyada  hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünebilirdi pekala." Düşünebilir ve modern işçinin güldüğü, belki aşağıladığı kıt kaynakla mutlu olurdu. Çünkü modern toplumların inanılmaz beklentilerine ihtiyaçları yoktu mutlu olmak için. Çoğunun -değil beklenti içine girmek- beklentinin kelime anlamını bilmediğini düşünüyorum.

Bu satırları yazmadan birkaç hafta önce başıma bir olay geldi. Kuvvetle muhtemel benzerlerini sizler de yaşamışsınızdır. Mahalle bakkalından sigara almak için evden çıktım. Bir dakikalık bir mesafeyi yürüdükten sonra bakkala vardım. İçerisi biraz kalabalıktı. Sadece sigara alacağım için malzemelerinin parasını ödemeyi bekleyenlerin hemen arkasına geçtim. Hepsi işini gördü ve sıra bana geldi. Tam "Bir tane kısa Parliament  verir misiniz?" diyecek oldum, arkadan gelen, buraya dikkatinizi çekiyorum, bakkala henüz giren bir kadın kasa yanından alelacele bir şey alıp, "bu ne kadar?" dedi, bakkal sahibi ürünün fiyatını söyledi, yandan parasını verdi, çekti ve gitti. Şimdi baktığınız zaman çok mühim bir hadise değilmiş gibi duruyor olabilir ama işin aslı öyle değil. En basitinden insanların (benim ve arkamdaki birkaç kişinin) hakkına girmek. Dini inancınız olmayabilir, kul hakkına inanmayabilirsiniz, lakin en azından adab-ı muaşereti bilmelisiniz. Gün içerisinde bu tarz durumlarla o kadar sık karşılaşılıyor ki, kimse sesini çıkarmayınca aynı kişiler bu rezilliği birçok kişiye taşıyor bir virüs gibi. "O yapıyor, ben neden yapmayayım?" mantığıyla ilerliyor süreç. Varmak istediğim asıl mesele ise ne kul hakkı ne de adab-ı muaşeret. Varmak istediğim asıl mesele, insanların her şeye acelesinin olması. Rousseau'nun bahsettiği ilkel zamanda insanlar zamanı yayarak yaşıyorlardı. Evlerinde yahut barakalarında saat vb. zaman göstergeleri yoktu. Her şeyi zamana yayarak yapıyorlardı. Çünkü ne yetişecek bir yerleri vardı ne de yetiştirilecek çok önemli işleri. Onlar her şeyi zamana yayarak yapabiliyorlardı, o işin uzun zamana yayılması onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Mamafih bizler, zamana o kadar değer veriyoruz ki, aman bir saniyemiz boşa geçmesin diye düşünüyoruz. Ne hikmettir tüm bunlara rağmen beklentilerimizi de ayyuka çıkarıyoruz. (Hepsine yetecek zamanımız varmış gibi.) Fakat yine ne hikmetse o beklentilerin hiçbirini tam anlamıyla gerçekleştiremiyoruz. Hepsi yarım yamalak, bölük pörçük oluyor. Ve bu da bize kendimizi, hayatımızı, ideallerimizi sorgulatıyor. Sonra psikolog yolları arşınlayan personalar olup çıkıyoruz.

William James, "Beklentilerimizdeki artışlar, aşağılık hissi duyma riskini de artırıyor." der. Çünkü beklentilerimizin hepsini gerçekleştirmemiz olanaksızdır. Gerçekleştiremediğimiz beklenti ise aşağılık hissini beraberinde getirir. "Kendimize saygımızı artırmamız için ise iki yol var: ya daha fazla başarı elde etmeye çalışacağız ya da beklentilerimizin sayısını azaltacağız." Ben başarı elde etmek için uğraşmayı reddediyorum. Aslında uğraşmayı değil, hayatın büyük bir çoğunluğunu başarıya adamayı reddediyorum. Çünkü bu dipsiz bir kuyu, ucu bucağı yok. Biri biter nur topu gibi bir tane daha doğar. O biter, bir diğeri daha doğar. Erkin Koray'ın da dediği gibi, "Biri biterken öbürü de başlar, vermesin Allah." James, "Beklentilerden vazgeçmek, en az onları yerine getirmek kadar ferahlatıcı bir yoldur. Kişi, bir konuda aslında bir hiç olduğunu kabul ettiği an yüreğinde tuhaf bir hafiflik ve ferahlık oluşur. Daha genç ya da daha zayıf olmak için kıvranıp durmaktan vazgeçtiğimiz gün, çok rahatlarız, keyfimize diyecek yoktur. 'Tanrı'ya şükür' deriz içimizden, 'kendimi kandırmayacağım artık.' kişinin kendi benliğine yüklediği her şey, bir başarı olmanın yanı sıra, bir yüktür de aslında." der. Beklentilerimizi kalbimizin de yardımlarıyla hiyerarşik bir sıraya koymalı, gerçekten en çok istediklerimizi yapmak için çaba harcamalıyız. Üst sıralarda kendine yer edinemeyen beklentileri ise lüzumsuz bir kağıt gibi buruşturup tek hamlede çöp kutusuna atmalıyız. Bunu yaparsak, beklentilerimiz, gerçekleşmeye başladıkları zaman asla onları üstünkörü olarak adlandıramayacağımız bir hale gelecekler, hiçbir kısımları, parçaları yarım kalmayacak. Bekara karı boşamak gibi geliyor olabilir bazılarınız için fakat inan edin öyle değil. Ben de üniversite zamanlarımda böyle bir bireydim. Yaş geçtikçe insan kendini daha fazla realist olmak zorundaymış gibi hissediyor sanırım. Hissetmekle kalmayıp kendini de icraata zorluyor aynı zamanda.

Yüzyıl ilerledikçe aslında daha beter hale geliyor beklenti gailesi. Aslında beter hale gelen tam olarak beklenti değil, beklentileri yönetememek. Çok merak ediyorum, 19. y.y.'ın ikinci yarısında beklenti hakkında yukarıdakileri söyleyen James acaba günümüzde hala yaşıyor olsaydı "21. y.y.'da beklenti" hakkında ne söylerdi? İnsanlar daha mutlu olacaklarına inandıkları için hayaller kuruyorlar, devam eden süreçte hayal ettiği şeyi bir değer olarak görüp beklenti havuzunun içine atıyorlar, havuzun içine atıyorlar çünkü, daha önceki hayallerinden kalma beklentileri koyacak yerleri yok, hepsini aynı havuza toplayınca işin içinden daha kolay çıkacağına inanır hale geliyorlar maalesef. Fakat biraz zaman geçip de havuzun taşmak üzere olduğunu görünce, hepsini yapmaya gücünün yetmeyeceğini düşündüğü an "karalar bağlamak" zamanı geliyor; zamana yakınma, kendini değersiz görme, mutsuz olma, depresif ruh hali v.b.

İnsanlar bulundukları sosyo-kültürel, maddi ve manevi durumlarda gerçekleştirmeleri zor olan şeyleri devinen yeni güne dair umutlar misali düşlerler, o zor olan şeyleri bir şekilde gerçekleştirdiklerinde bu inanılmaz bir tatmin duygusunu da beraberinde getirir; mamafih belli bir zaman geçtikten sonra, bulunulan sosyo-kültürel yapı, maddiyat ve maneviyat olumlu anlamda değişebilir, bu değişim sonrasında ise bir önceki evrede onlara gerçekleştirilmesi zor gelen şeyler artık bulundukları -değişen- konum sayesinde gerçekleştirilmesi kolay şeyler haline gelirler ve o eylemleri gerçekleştirmek bu saatten sonra kişileri cezbetmez hale gelir. Aslında düşlenen şey aynı da olsa artık konjonktür değişmiştir, müfredatın yeniden gözden geçirilmesi, önceki ideallerin yenileri ve gerçekleştirilmesi daha zor olanlarıyla değiştirilmesi gerekir, çünkü tatmin duygusu bir önceki ahvalden daha farklı bir hale gelmiştir artık. Devam eden süreçte kişiler bulundukları konumları da düşünüp yeni bir "gerçekleştirmesi zor" olan eylem planı yaparlar, bütün enerjilerini yeni filizlenen ideallerine adarlar, belli bir zaman geçip de yeni çağın zorunu -da- elde ettiklerinde ise bir önce gerçekleştirilen zora göre daha az tatmin olduklarını anlarlar, dile getiremeseler de içlerinde bir yerlerde bunun acısını duyumsarlar. Bu süreç böyle sürüp gider ve her yeni "gerçekleştirilmesi zor" bir önceki "gerçekleştirilmesi zor"dan daha az haz verir hale gelir. Hal böyle olunca, insanların sevinç, tatmin, haz gibi duyguları eskiden bulundukları ahval ile ters orantılı olarak ilerler. Aslında bu bir çeşit doyumsuzluk halidir. İnsan her geçen gün yeni bir şeye heves eder, elde ettikçe hevesi de doğru orantılı olarak artar, fakat bu tatmin hiçbir zaman ilk eylemi gerçekleştirdiğinde duyduğu tatmin kadar yüksek olmaz.

Yukarıdaki paragrafta "gerçekleştirilmesi zor" demek yerine beklenti demeyi seçseydim çok bir şey değişir miydi? Bütün söylediklerim beni mecbur istikamet misali konunun başlığı olan, "Beklentilerin Yönetilmesi"ne getiriyor, aslında konunun başlığı beklenti sorununun da çözümü, fakat bunu gerçekleştirmek -hele şu anki konjonktürde- o kadar kolay mı? Değil. Ama bir yerden de başlamak gerekiyor. Ne kadar yaşayacağımızı bilmediğimiz şu garip dünyada zaman gerçekten kıymetli bir mefhum. Değerini bilmezsek ileride karşımıza devcileyin bir pişmanlık olarak geri dönecek üstelik.

Peki insan beklenti batağından nasıl kurtulur? Beklenti denilen bu dipsiz kuyu nasıl yönetilir? Bu sorular, genelgeçer olmayan, cevapları kişiden kişiye göre değişen sorulardır. Bana kalırsa insan yalnızca sonucunda mutlu olacağına kalpten inandığı şeyleri gerçekleştirmeli. Akıl süzgecinin sıra numarası verdiği fakat kalbin süzgecinden geçirmediği beklentiler direkt kapı dışarı edilmeli bana kalırsa. James'in şu sözlerine canı gönülden katılıyorum: "Beklentilerden vazgeçmek, en az onları yerine getirmek kadar ferahlatıcı bir yoldur. Kişi, bir konuda aslında bir hiç olduğunu kabul ettiği an yüreğinde tuhaf bir hafiflik ve ferahlık oluşur. Daha genç ya da daha zayıf olmak için kıvranıp durmaktan vazgeçtiğimiz gün, çok rahatlarız, keyfimize diyecek yoktur. 'Tanrı'ya şükür' deriz içimizden, 'kendimi kandırmayacağım artık.' kişinin kendi benliğine yüklediği her şey, bir başarı olmanın yanı sıra, bir yüktür de aslında."

Velhasılıkelam, ömrün kıymetini bilmek lazım sayın okur, bunu bahşedilen yaşama minnet olarak algılamayın, ömrün kıymetini bilmek ve sonrasında bildirmek için kalabalıklar aramayın, insan bir kar tanesi kadar yalnızken de ömrünün kıymetini bilebilir; okuduklarıyla, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, gördükleriyle, hatta görmedikleriyle bile, nihayetinde, kar taneleri de toprağın merhametli kollarına düşerler (toprağa düşen o kar tanesi belki bir gün içtiğin suya, içtiğin su dışkına, dışkın da... daha fazla diyalektik materyalizme bağlamadan konuyu nihayete erdireyim en iyisi) ve diğer kar taneleriyle toprağın merhametli kollarında birleşip -günümüzde "beyaz çile" denilen- bir "güruh" oluştururlar.

Selam olsun o ayrıksı güruha!


22 Ekim 2018 Pazartesi

Eşref Saati

      "Gidiyordum. Sadece gidiyordum. Ucu bucağı olmayan yokluklara, farklı limanlara, yeni ufuklara, öte dünyaya gidiyordum. Hiçbir şey düşünmüyordum. Sanki o an bir şey düşünsem tekrar var olacaktım. Ben var olmak istemiyordum. Ben ölmek de istemiyordum..."

      New York seyahatimde homeless bir bilge söylemişti bana bunları. İlk önce ne dediğini anlamadım. Şarap içe içe kafayı bulmuş diye düşündüm. Sonra bir olay yaşadım ve hayatım değişti. "Bir kitap okudum ve hayatım değişti" diyen Orhan Pamuk geldi aklıma. Ama ben yaşamıştım. Yaşanılanı okumamıştım. Zaten nobelim de yoktu. Bir musibet bin nasihate yeğdi, evet. Bir yandan son sigaramı içiyor, bir yandan da düşünüyordum. Yaşlı bilge düşünme diyordu. Ben düşünüyordum. Neden düşünme diyordu diye düşünür buldum kendimi. Allah kahretsin! Olmuyordu. Düşünmeden yapamıyordum. Belki de bana göre değil diye düşündüm. Evet, yine düşündüm. Düşünmeden edemiyordum. Düşünmek bütün kötülüklerin anasıdır. Hayır hayır o alkoldü. Evsiz bilge beni benden etmişti. Bir ben vardı benden içeri ve ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.

      Düşünmekten daha kötü olan bir şey daha vardı hayatımda. Unutmak. Aslında unutmak kötü değildir, unutmak zorunda olmak kötüdür. Birinde isteyerek yaparsın bunu, diğerinde şartlar zorlar seni. Emrivaki dünyadaki en kötü şeyden daha kötüdür. İnsanlar özgür olabilmeli ve kendi kararlarını kendileri verebilmelidir. Yaşandığı sanılanın aksine.

      Kafamda yeni dünyalar kurduğum sırada son sigaram bitmişti. Bir sigara alayım da yine yeni dünyalara dalarım diye düşündüm. "Sikerim bilgesini, düşünmeden yaşamak mı olurmuş" diye ünleyerek köşedeki bakkala girdim ve sigara aldım. Bakkaldan çıktım. Paketi açtım, içinden bir sigara çıkarıp yaktım ve yoluma devam ettim.

      Elif geçen hafta intihar etmişti. Sevdiğim kadın sessiz sedasız bir bilinmeze gitmişti. Yürürken ayağım yırtık dondan sarkan alet edevat gibi çıkıntı yapan kaldırım taşına çarptı, "Hay am*na koyayım ülkesinin, neyi düzgün ki?" diye ünledim. İki alt mahalledeki Fahriye Kıraathanesi'ne doğru yol aldım. Bu küçük kıraathanenin çayını çok severdim. Ama buraya gelmemin asıl sebebi ne çayının iyi olması ne de izbe bir yerde olmasıydı. Sahibinin Ahmet Muhip Dıranas'a duyduğu yoğun sevgiydi. Eşref Abi zamanında Fahriye adında bir kadına aşık oluyor. Bunlar aynı mahallede oturuyorlar. Kadın bir gazinoda konsomatrislik yapıyor. Eşref Abi'den de on yaş büyük. Eşref Abi'nin ailesi de bayağı varlıklı bir aile. Haliyle Fahriye Yenge'yi kendilerine layık görmüyorlar. Devamını hiçbir zaman anlatmadı Eşref Abi. Bırakın orası bende kalsın diyor kahve eşrafından kim sorarsa. Belki de Fahriye Yenge şu an "Dağları karlı Erzincan'dadır." Kim bilebilir? Velhasıl, Eşref Abi bu yanık zamanlarında tanışıyor Dıranas ile. Ve sonrasında Dıranas'ın Fahriye Abla şiiriyle. İşte o şiir ve o konsomatris kadın Fahriye Kıraathanesi'ne adlarını vermişler. Yaşanmışlıkları edebiyata yoran insanları çok severdim. Hele bu insan bir de güzel çay yapıyorsa tadından yenmezdi. Her zaman oturduğum izbe masaya oturdum ve çantamdan on on beş tane çizgisiz dosya kağıdı çıkarttım. Bu sırada çantamdaki "Gecenin Sonuna Yolculuk" kitabını gördüm. Çizgisiz dosya kağıtlarının ve Behçet Necatigil'in "Sevgilerde" adlı şiir kitabının arasında duruyordu. Bu kitabı ne zaman görsem elime alır ve kapağındaki şu yazıyı okurdum, "Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister." Okuduktan sonra da hep kendimi düşünürdüm. Bir gün ben de bu söze layık bir eser verebilecek miydim? Cevabı olmayan bir soru daha. En azından şimdilik. Bir yanda sözü söyleyen Nietzsche, bir yanda sözü hakkeden Celiné, diğer yanda da bir aciz, ben. İşim hiç kolay değildi.

      Çıraktan bir çay istedim. Normalde çayları Eşref Abi'nin çırağı dağıtırdı fakat kıraathaneye ben geldim mi işler biraz değişirdi. Eşref Abi iki çay kapar ve benim masama gelirdi. Birini önüme koyar, diğerini kendi önüne çeker ve bana, "Hayırdır oğlum, bir sıkıntın mı var?" derdi. Böyle derdi çünkü ben hayırsızın biriydim. Fahriye Kıraathanesi'ne sadece sıkıntılıyken uğrardım. Eşref Abi'nin bana iyi geleceğini bilirdim. Eşref Abi de sağ olsun bunu hiç başıma kakmazdı. Yine aynısı oldu. "Hayırdır oğlum, bir sıkıntın mı var?", "Sıkıntıdan bol ne var Eşref Abi, vaktin var mı?" Eşref abi bacak bacak üstüne attı ve "Anlat bakalım" dedi. Başladım anlatmaya. Önce Elif'i söyleyemedim. Dilim varmadı. "Abi eskisi gibi yazamıyorum" dedim. "Çok oku ve sabret. Elbet olacak." dedi. Sonra hayattaki diğer sorunlarımı anlattım. Elif'i yine anlatamadım. Eşref Abi onların da çözüleceğini, pes etmemem gerektiğini salık verdi. En son dayanamadım ve "Ben pes etmedim de Elif etmiş be Eşref Abi. İntihar etmiş." dedim. Beş dakika hiçbir şey demedi. Diyemedi. Tahta masanın verniksiz, çarpık bacaklarına baktı biraz. Biraz da sigara dumanından solmuş beyaz perdeye baktı. Sanki konuşsa her şey bitecekti. Halbuki her şey daha o konuşmadan bitmişti. En azından ben öyle düşünüyordum. "Oğlum, seni çok severim bilirsin. Sana güzel şeyler söylemek isterdim, durum da bunu gerektirir fakat söylemeyeceğim. Üzülme, yaşamaya devam et desem ne değişecek? Bu yüzden sana güzel şeyler, duymayı çok isteyeceğin avuntu cümleleri kurmayacağım. Sana bir şey anlatacağım ve ne demek istediğimi sen kendin anlayacaksın. Hani Fahriye Yenge'n vardı ya, sonunu kimsenin bilmediği. Ben onu sevmiştimden ötesini kimse bilmez hani. Dinle, ilk olacaksın," Eşref Abi dikkatlice sağına soluna baktı. Benden başka kimsenin duymasını istemiyordu. Kendimi çok tuhaf hissetmiştim. Gurur muydu bu? Hayır hayır, çok daha farklı bir şeydi. Devam etti, "sevgim karşılıksız değildi. Biz kimseye bir şey hissettirmeden aylarca görüştük. Bütün görüşmelerimizde konu evliliğe geliyordu. Ben de bizimkilere karşı gelemediğim için işi yokuşa sürüyordum hep. Bu böyle defalarca tekrarlandı. Fahriye de bu işin olmayacağını anlayınca intihar etti. Çok seviyordu beni. Ben de onu çok seviyordum ama imkanlar imkansızdı. Aileme karşı gelecek cesareti gösteremedim. Şimdi olsa gösterirdim belki ama o zaman daha olgunlaşamadığım için işi yokuşa sürdüm. Bir de bu işin intihara kadar sürükleneceğini düşünemezdim tabi. Çok zeki bir kadındı Fahriye. İntiharının altında birçok neden yatıyordur muhtemelen. Fakat ben yalnızca anlattığım kadarını biliyorum." Eşref Abi bugüne kadar kimseye anlatmadığı hazin hikayesinin sonunu bana anlatmıştı. İşte o kadar kötu durumdaydım. "Anladım Eşref Abi" dedim. Anlamaktan ziyade, yaşamıştım. Kelimelerin kifayetsiz olduğu noktada buluşmuştuk Eşref Abi ile. Bundan sonra benim hayatım da inziva mı içerecekti? Nasıl devam ettirecektim yaşantımı? Hayat bir sorular bütünüydü. Ve bizim gibi insanlar için tek bir cevap vardı, hüzün. Eşref Abi ile yaklaşık iki saat kadar daha sohbet ettik. Sohbetin konusu belliydi. İkimiz de aynı yerden yara almıştık. Sırt sırta verip kurtulmaya calışıyorduk. Biliyorduk, kurtulamayacaktık. Yarayı sarmak en iyi kurtulma yoludur. Anılarla yeteri kadar sardık, fazla da abartmadık. Ve ben yine en iyi arkadaşlarımla, düşüncelerle tekrar yola koyuldum. Bilgeyi unutmuştum.


*Lacivert Şiir ve Öykü Dergisi, Sayı: 73, Ocak-Şubat 2017, syf. 114

13 Ekim 2018 Cumartesi

Proust, Pessoa ve Ben Bir Gün Aynı Trendeyiz

      Marcel Proust "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin -yedi kitaptan oluşuyor- ilk kitabı olan "Swann'ların Tarafı"nda, ikinci bölümün son paragrafında bir durumun sonucunu anlatır, Swann'ın Odette'e duyduğu aşkın son evresini, zamanla aşkın geldiği hali. (Aslında üçüncü bölümde sonucun ikinci bölümün sonunda anlattığı gibi olmadığını açıklar. Yani ikinci bölümde sonuç gibi görünen şeyin aslında sonuç olmadığını üçüncü bölümün sonlarına doğru anlarız. Hala anlamadıysan biraz daha bekle, anlatayım, anlayacaksın.) Şöyle ki: "...Ne var ki, uyandıktan sonra, trende saçının bozulmaması için berberine talimat verdiği sırada, rüyasını tekrar düşündü ve tıpkı rüyasında yanı başında hissettiği şekilde, Odette'e ilişkin ilk izlenimi, bütün ayrıntılarıyla, tekrar gözünde canlandı; çökük yanaklarını, yorgun hatlarını, mor halkalı gözlerini, -Odette'e beslediği kalıcı aşkı ona ilişkin ilk izleniminin uzun bir unutuşu haline getiren ve birbirini izleyen sevgi dönemleri boyunca- ilişkilerinin ilk günlerinden beri fark etmediği ve herhalde hafızasının da o uyurken o günlere gidip ilk izlenimlerini aradığı bütün özelliklerini yeniden gördü. Ve zaman zaman, artık kendini bedbaht hissetmediği, bu arada ahlak düzeyinin de düştüğü anlarda ortaya çıkan o eski kaba sabalığıyla kendi kendine haykırdı." Proust en önemli, vurucu kısmı son paragrafta açıklıyor yüz doksan sekiz sayfalık bölümün acı ama gerçek özeti: "...Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer." Anlatayım anlayacaksınız demem ise Swann'ın günün sonunda Odette ile evlenmesinden kaynaklanıyor. İkinci bölümden bunu çıkartmak oldukça güç olsa da Proust üçüncü bölümde bunun böyle olduğunu gösteriyor. Fakat ben ikinci bölümün sonundaki kısmı kullanacağım bu yazımda.
      
     Proust'un bu satırları bana üniversite talebesiyken esrik ve başıboş geçirdiğim günleri hatırlattı. Asırlık okulun köhne sıralarında bıraktığım yitik bir düşü getirdi gözümün önüne, muhayyilemin zirve yaptığı, hiçbir şeyi takmadığım o harikulade günleri. Aşk denilen o muğlak kavramın bendeki tezahürünü düşündüm satırlarda gözlerimi yitirirken. Geçmiş, gelecek, şimdi. Ne oldu? Ne zaman oldu? Ne olacak? Her bir zerremle aşkı ilk kez üniversitede tattım diyebilirim. Yine orada bırakacağımı nereden bilebilirdim? Üniversite sıralarında başlayana üniversite sıralarında veda ettikten sonra da kimseye "hele bir gel, gönül saflarından iki kelam edelim" diyemedim, anlayacağınız şekilde söylemek gerekirse, kimseye aşık olmadım o güzel günlerden beri. Olamadım demek daha doğru olur sanırım. Zira birkaç kere denedim. Beceremedim. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, bu işlerin "ısmarlama" olmayacağını tecrübe ettim diyeyim. Bazen insanların "sevdiğinle değil, seni sevenle ol" tarzındaki söylemlerini duyuyorum, şiddetle karşı çıkıyorum buna. Olmuyor sayın okur, hep bir şeyler eksik kalıyor. Atmayan kalbi birine vermeye çalışıyorsun, vermeye çalışıyorsun da çalışmıyor ki, e çalışmayınca da haliyle ne onun işini görüyor o kalp, ne de senin işini.

      Aşk tuhaf parametrelerin bir araya gelmesiyle oluşan değişik bir gaile. Bilhassa ilk görüşte olanları, onlar çok daha değişik. Nasıl oluyor da insan bir kez gördüğü kişiye derin duygu musluğunu bu denli açabiliyor? Nasıl oluyor da o malum günden sonraki bütün günleri -muhabbet bir ilişki başlangıcına veya platoniğe dönene kadar- meçhul sevgiliyi düşünerek geçiyor? Bu sorular sizde cevaplarını açıklayacağıma dair bir beklenti oluşturduysa, peşinen söyleyeyim, oluşturmasın. Zira bu soruların cevabını ben de bilmiyorum. Keşke bilseydim de bu dertle viran olan insanlara iki kelam edebilseydim, onlara bir yardımım dokunsaydı. Maalesef sayın okur, duymak istediğin teselli cümlelerinden ne denli yoksunsa her bir hücrem, bu konu hakkında iki kelam etmekten de o denli yoksun tüm benliğim...

       Dünyadaki tüm nimetler altın tepside önüme sunulsa yine de yazılarını okumaktan vazgeçmeyeceğim Pessoa ile devam edelim: "Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. 

   Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! Başkalarının kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. En ufacık bir derinlik katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve haz buluruz. 

     Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi - ah, gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül ne kadar da biz hala!"

*
     Üstteki satırları yazdığım sırada kapımın zili çaldı. Kargodan kitaplarım gelmiş. Dünyada hiçbir şey beni bu kadar mutlu etmiyor sayın okur. Sipariş verdiğim kitapların bana ulaşması... Chopin'den Spring Waltz'ı dinlerken yazıyordum üstteki satırları, kitaplar gelince biraz ara vermek zorunda kaldım, Chopin'e değil, o devam ediyor, konu ile ilgili yazmaya ara verdim. Hepsini (Mülksüzler, Benim Üniversitelerim, Nietzsche Ağladığında, Biz, Eski Ustalar, Drina Köprüsü) teker teker elime alıp kokladım, sevdim, satırlar arasında muhayyilemi ölçtüm. Bayağı kuvvetliymiş. Ee konu kitaplar olunca doğal karşılamak lazım. Böyle bir hazzı en son ne zaman aldım diye kendime sorduğumda, bir önceki kitap siparişimin bana ulaştığı gün geldi aklıma. Bazı insanlar vardır sayın okur, o insanlar yalnızca kitaplarla mutlu olurlar, onulmaz yaraları kitaplarla açılır ve kitaplarla kapanır. Sanıyorum ben de onlardanım. Deniz manzaralı bir sayfiyede, çayım, sigaram ve ölene kadar okumaya yetecek kitabım olsa ve başka hiçbir meşgale ile uğraşmasam, salt içip okusam, bazen de yazsam, şu fani dünyada başka hiçbir şey istemezdim. Siz farkında değilsiniz ama sizlerden çok daha fazla şey istiyorum ben aslında. Yeni bir dünya. Sizler daha bu dünyaya sahip değilsiniz. Bense hiç sahip olmadım, olamadım, olamayacağım da. Ama şikayetçi değilim. Ömrüm yettiğince okuyacağım, yazacağım. Bunu sizlerin bilip bilmemesi de zerre umrumda değil. Ünlü bir yazar olup olmamakla ilgilenmiyorum anlayacağınız. Ne zaman öleceğimi -siz nasıl bilmiyorsanız- sizin gibi ben de bilmiyorum. Ama bağışlanmış bir yaşam var. Kimi mutlu olmak için atıyor adımlarını, kimi statü, kimi şan, kimi şöhret, kimi de inançlıysa diğer tarafta mutlu olmak için, bense huzursuzluk sularında yüzmek, hüzünden beslenmek için atıyorum adımlarımı. Hürriyet... Vefalı komşum Fahriye'den daha vefalı. Özgürlük şarkıları çınlıyor kulaklarımda. Ne güzel şeymiş hayatını istediğin gibi şekillendirebilmek, ne güzel şeymiş insanlar yatları, katları düşlerken kitapları düşlemek. Konunun ziyadesiyle dışına çıktığımın farkındayım. İstemeyerek bir virgül koyayım, vakti gelir elbet, o zaman kaldığım yerden devam ederim,

*

      Rüyanın girişini Pessoa'dan daha güzel yazabilecek bir kalem bağışlamadı henüz bana yaradan. Belki bir gün o şerefe nail olurum, şimdilik affınıza sığınmak durumundayım.

      Aslına bakarsanız benim değinmek istediğim husus Pessoa'nın bahsettiği rüyanın giriş kısmı değil, bilakis gelişme ve sonuç kısmı. Proust'un da -her ne kadar bir sonraki bölümde olayı farklı bir tarafa çevirse de- ikinci bölümün son paragrafında değindiği kısım. (Giriş kısımları herkes için hemen hemen aynı gerçekleşir, fakat edebiyatçılar bu halet-i ruhiyeyi, onlara bahşedilen kalem sayesinde daha albenili hale getirirler, hepsi bu. Pessoa bir önceki cümlede söylediğimi yukarıda kendi tarzı ile kanıtlıyor.) İnsan bir şekilde rastlaşıp -ki bu ilk görüşü de kapsayarak çok geniş bir alana yayılır, günümüzün sözümona ilişkileri, sırf "boşta kalmamak için" birisiyle ilişkiye başlayanlar konum ve ilgim dahilinde değiller, benim tüm dikkatim müthiş bir duygu yoğunluğuyla başlayan ilişkiler üzerine- beğendiği, ilgi duyduğu karşı cinse günün sonunda içindeki depremleri dindirmek için, ona karşı hissettiği şeyleri anlatmak ister. Ona ve kendine dair her şeyi açıklamak ister. Karşısındaki kişinin de kendisiyle aynı düşüncelere sahip olmasını düşleyerek. Fakat burada şöyle bir sıkıntı hasıl olur, karşı tarafa dair hiçbir şey bilmemek. Meziyetleri, yaşam amacı, karakteri, düşünceleri, dünyada durduğu yer, hobileri, fobileri vesair şeyler hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmamak. (Aslında 2000'li yılların başından günümüze kadar gelen süreçte en ufak demek doğru olmaz. Sosyal mecralar sayesinde kişilerin hakkında birçok şey kolayca öğrenilebiliyor. Fakat kişilerin persona olup olmadıkları iktisattaki diğer koşul sabitliği gibi göz ardı ediliyor. Kişi gerçekten sosyal mecralarda kendini anlattığı gibi mi? Yoksa görünmek istediği maskeyi mi takıyor?) Hiçbir özelliğini tam manasıyla bilmediğimiz birine karşı duygu beslediğimizi o anki metafizik gerilimle anlayamayız. Çünkü o anki halet-i ruhiyemiz ve kalp denilen zoraki ev sahibimiz bize karşıdaki kişinin özelliklerini değerlendirme imkanı sunmaz, sunamaz. Çünkü objektif düşünme yetisi bu derde düşünce ortadan kalkar. Aklıma vakti zamanında aşka, "yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali" dediğim, yarı kurgu yarı gerçek bir yazım geldi. İlgili kısım şöyleydi: "...Geçen hafta bir kadın bana beni sevdiğini söyledi. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı şaşırdım. Aksırdım, tıksırdım. Onca zaman sevgi kavramından azade yaşayan ben, aşkın ne anlama geldiğini unutan ben... Ömrümün bir döneminde yine böyle bir durumla karşılaşıp "Neden olmasın?" dediğim zaman geldi aklıma. Vaktinde o "Neden olmasın?" bana tecrübe ve aynı zamanda onulmaz bir vicdan azabıyla geri dönmüştü. Aşk kavramının bendeki tezahürü diğer insanların bakış açılarına göre biraz daha farklı sanırım. Gerek yaşadıklarımdan gerek gözlemlediklerimden gerekse okuduğum kitaplardan bu bilince varıyordum: Yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali. Birlikte olduğum hiçbir kadınla mutlu bir geleceği hayal edemedim. Ama ona tutulduğum an ve onunla sevgili olduğumuz an arasında geçen süreyi anlatmaya kelime dağarcığımın yeteceğini sanmıyorum. O olgunluk halini, o müthiş muhayyileyi insanlara anlatabileceğimden emin değilim. Ben bu hadiseyi ikiye ayırıyorum: Seven taraf  ve sevilen taraf. Bu iki taraf-ayrım da kendi içerisinde ikiye ayrılıyor, her ne kadar roller değişse de. Ussal düşünüm ve kalpsel bakış. Sevilen tarafta -ki halihazırda konumuz da bu- ussal düşünüm süreci otokontrol sistemiyle hareket edip, mantığa uygunluğu arıyor ve çoğu zaman buluyor da. Mamafih kalpsel bakış kısmında ciddi sorunlar baş gösteriyor. Daha doğrusunu telaffuz etmek gerekirse, kalp hiçbir reaksiyonda bulunmuyor. Hal böyle olunca akla uyan kalbe uymaz oluyor. Bu noktada her iki tarafın da sıhhati için 'Neden olmasın?' evresine karşı tarafı da kırmamaya çalışarak -sen ne kadar çabalarsan çabala seven insan mutlaka kırılır, mevzu kırıklığı minimale indirgeyebilmek- son vermek gerekiyor. Seven tarafta ise bireyler duruma kalpsel bakış açısıyla bakar. Her hadiseyi kalbe göre yorumlar. Kalpsel bakış bireyi anlamlandıramadığı bir orgazm haline sokar. Tevekkel değil insanların bu ara evrede sigaraları uç uca eklemeleri. Sigaraların sönmeme durumunda orgazm haline partner olan "Ne olacağını bilememe durumu"nu da unutmamak gerek tabii ki. Ussal düşünüm ise sevgili olduktan sonra devreye girer. İşte bu devreye girme hali tam bir felaketle sonuçlanır. Zira onca zaman içinde kurduğun şeylerin büyük, tanımsız bir boşluk olduğunu anlarken, aynı zamanda, hüsn ile konumlandırdığın kişinin ise hiç de öyle biri olmadığı gerçeği ile yüzleşirsin." Bu yazıyı yazdığım zamanlarda daha Proust'la tanışmamıştım, aslında tanışıklığım vardı kendisiyle fakat henüz sohbet etme şerefine nail olamamıştım. Proust'un meşhur son paragrafına ne kadar da benziyor değil mi? Ana fikirden bahsediyorum tabii ki. Zira benim yazma eylemim ile Proust'un yazma eylemi arasında devcileyin bir fark var. Keşke ben de bir gün onun gibi yazabilsem. Ayrı mesele. Devam edelim, "Aslında sağlıklı bir ilişki için ussal düşünüm de kalpsel bakış açısı da çok önemlidir. Takdir edilmesi gerekir ki ikisi bir elmanın iki yarısı gibidir. Mükemmeliyetçi bir birey de asla ama asla elmanın yarısıyla ilgilenmez. Ona elmanın tamamı gerekir. Çünkü yarım elmadan harikalar yaratamaz, yarım elma yitiktir. O ise yitikliğe sahip olmamalıdır. Bilakis tastamam olmalıdır. İnsanı orgazmdan orgazma sürükleyen kalpsel bakış sürecinin yerini öyle ya da böyle ussal düşünüm sürecine bırakması gerekir. Aynı şekilde ussal düşünüm sürecinin de belli bir zamandan sonra yerini kalpsel bakış açısına bırakması gerekir. Hal böyle olunca, insanlar arasındaki gönül ilişkileri de ya yitik olup, tamamlanamıyor ya da çok çok zor bulunur hale geliyor. İşte tam da bundandır aslında benim aşka yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali demem."

      Bir yanda kalp, diğer yanda akıl. Eş zamanlı olarak hem galip gelme hem mağlup olma durumu. İnsanların karşısına çok sık çıkan bir savaş değil bu. Ama şu bir gerçek ki, nihayetinde bu savaşın kazananı da kaybedeni de sen oluyorsun. Barış mı? O s*klerce kilometre uzakta...

      İşte şimdi çayımı söyledim, sigaram yanımda, kitabım önümde. Mutluluğu sen düşün sayın okur, ben melali anlamayan nesle aşina değilim.


YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...