18 Mart 2019 Pazartesi

UNUTMAK VE HATIRLAMAK ÜZERİNE

"o da oturuyor ben de
ne garip değil mi
susarak oturmak
hem de birbirimizle
bu kadar konuşmak isterken..."


Bundan yıllar yıllar önce, henüz Gebze-Haydarpaşa tren hattının tamirata girmediği bir zamanda, bir arkadaşıma trenle yapacağı Sakarya yolculuğunda refakat etmem icap etmişti, dönüşü de güzel bir şekilde planlayarak icabeti gerçekleştirdim, dönüşün planını yapmak çok başvurduğum bir yol değil aslında, bir yere gittiğim zaman; tatil olsun, sıla-i rahim olsun, iş olsun, hiçbir zaman dönüş planı yapmam. Fakat o ahvalde yapmam gerekiyordu, zira tek yoklama alınan ders olan iktisat dersine girmem gerekiyordu. Sakarya'da işimizi halledip dönüş yoluna geçtik, trendeydik, kafamı cama yaslayıp, sonsuz bir inançla hayal kurduğumu hatırlıyorum. Tren yolculuklarını oldum olası çok sevmişimdir, cam kenarına geçer, kafamı cama yaslar, dışarıda olup biteni izlerdim. Tren çocukluğumu hatırlatır bana, rahmetli anneannemle yaptığımız yolculukları, o zamanlar mızıka satarlardı trenlerde -insanlar eğlensin diye, şimdilerde mendil satıyorlar gözyaşlarını silsinler diye-, anneannem de her seferinde bir bana bir kardeşime iki tane mızıka alırdı, o güzel günlerden sonra, o üç kuruşluk mızıkanın verdiği hazzı en ala Hohner veremedi bana, vermesine de imkan yok şu saatten sonra, zira ne canımdan çok sevdiğim anneannem yaşıyor ne de o mızıka satıcıları...

Sakarya'dan Bahçelievler'e uzun bir yolculuk yaptım, yalnız ufak bir sıkıntı vardı, derse yaklaşık yarım saat gecikmiştim, yapacak bir şey yok diyerek kapıyı tıklattım, özrümü dileyip, muallime bir baş selamı verdikten sonra ömrümde yürüdüğüm en güzel, en farklı, en umutlu ve aynı zamanda en umutsuz, en karamsar on metreyi yürüdüm, bunun hikayesi çok daha derin, çok daha çetrefil, neyse, aciz bedenimin dehlizlerinde saklansın şimdilik, belki bir gün... Benim gibi dersi alttan alan çok kişi olduğundan, sınıf hıncahınç doluydu, arkalarda bir yer buldum, oturdum ve kırmızı kapaklı Ison-Wall İktisat kitabının sayfalarından birine, "gerçek bir kişiye yazılan" ilk şiirimi yazdım. İşte giriş kısmında yazdığım beş mısranın hikayesi...

Yazıma çok sevdiğim bir insanı konuk edeceğim. Alelade bir madleni çaya batırıp sonrasında unutuş ve hatırlama bağlamında içinde oluşanları mükemmel bir dille aktaran, dünya üzerindeki en büyük edebi eserin, Kayıp Zamanın İzinde'nin yazarı, yazmaya ve okumaya duyduğum ateşli aşkın en büyük sebeplerinden biri, Marcel Proust.

Pek muteber bir edebiyatçı olan Proust, "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin ikinci kitabı olan "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde" adlı kitabında, "...bununla birlikte, uzaklaşmak etkili de olabilir. O sırada değerimizi bilmeyen gönülde, sonunda bizi görme arzusu, hevesi uyanabilir. Yalnız, bunun için zaman gerekir. Oysa zamana ilişkin taleplerimiz, en az kalbin değişmek için koştuğu şartlar kadar ölçüsüzdür. Bir kere, zaman en zor verebileceğimiz bir şeydir; çünkü ıstırabımız acımasızdır ve bitsin diye acele ederiz. Ayrıca, öteki kalbin değişmesi için gereken zamanı, bizim kalbimiz de kullanacak ve o da değişecektir; öyle ki, hedefimiz artık ulaşılabilir bir hale geldiğinde, bizim için bir hedef olmaktan çıkacaktır. Zaten bu hedefin ulaşılabilir hale geleceği, her mutluluğun, artık bizim için mutluluk olmaktan çıktıktan sonra, mutlaka elde edileceği düşüncesinin, doğru bir yanı vardır, ama tamamen doğru da değildir. Bu düşünce, artık ilgimiz kaybolduğu, ilgisizleştiğimiz zaman bizim için geçerlilik kazanır. Öte yandan, bu ilgisizliğin kendisi, eski talepkarlığımızı ortadan kaldırdığı için, geriye bakıp da bu mutluluğun, eskiden olsa bizi büyüleyeceğini düşünmemize yol açar; oysa belki o eski dönemde, bize çok noksan gelecek olan bir mutluluktur bu. İnsan pek ilgilenmediği bir konuda ne fazla titizdir, ne de iyi hüküm verebilir. Artık sevmediğimiz bir insanın bizim ilgisizliğimiz karşısında iyice aşırı görünen sevecenliği, belki de aşkımız karşısında hiç de yeterli olmayacaktı. O tatlı sözleri, görüşme teklifini, eskiden olsa bizde yaratacağı zevk bağlamında düşünürüz; hemen ardından gelmesini isteyeceğimiz ve belki o açgözlülükle gerçekleşmesini engelleyeceğimiz bütün diğer zevkleri düşünmeyiz. Yani gecikmiş olan, artık tadına varamayacağımız bir zamanda, sevgimiz bitmişken gelen mutluluk, bir zamanlar eksikliği yüzünden onca azap çektiğimiz mutlulukla, tıpatıp aynı olmayabilir. Buna karar verebilecek olan bir tek kişi vardır, o da, o eski zamandaki benliğimizdir; halbuki bu benlik artık yoktur; şüphesiz geri gelecek olsa, mutluluk da, aynı mutluluk olsun olmasın, kaybolup giderdi..." der. Bu benim için benliğimin geldiği son evreyi anlatan muhteşem bir pasaj olarak kayıtlara geçti, tarihin tozlu rafları arasında nevi şahsına münhasır bir yer elde etti. 


Unutmak, hatırlamak ve alışmak. Kaybedilen zamanı yakalamak. Proust'un yedi ciltte yaptığı buydu. Geçmiş her zaman geçip giden zaman demek değildir. Ne zaman böyle olur derseniz, "hatırlama" eylemi gerçekleşince derim. Bu durumda geçmiş aslında gelecek olur. Çünkü onu hatırlar, özlem duyar ve hayal kurarız. Hayal kurmak eyleminin başlangıcı şimdiki zamanda gerçekleşir, fakat derin hülyalara dalındıktan sonra şimdiki zaman yerini gelecek zamana bırakır, kurulan hayaller geçmişin zihindeki belirsiz bir zamanının gösterimi olduğundan mütevellit gelecek yalnızca geçmişin bir yansıması olur. Hayal, yaşanmışlıklar ve özlem aslında birçok zamana yayılmış haldedir, tahayyülümüz, imgelemimiz hangi zamana daha çok yaklaşırsa hayatımız da o an o zamana çekilir. Hatırladıklarımız bizi şimdiki zamandan çıkarıp geçmiş zamana götürür, geçmiş zaman kırbacı eline geçirdikten sonra artık tek hükümdar o olur. Yola devam ettiğimizde ise sağa ya da sola dönmemiz gereken bir yol ayrımıyla karşılaşırız: “alışmak” ve “unutmak istememek” Birinci yol imgelemi fazla zorlamaz (çünkü olayın gerçekleştiği tüm zaman dilimlerinde ziyadesiyle zorlamıştır ve bir şekilde aşılabilmiştir), “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” der ve hayatımıza kaldığı yerden devam ederiz. Lakin unutmak istememek mevzu bahis olursa, işte o zaman zaman kavramları birbirine karışır. Düşünmeye başlayarak şimdiki zamanda oluruz, hatırladığımız -belki de bizde devcileyin yaralar açan- o an ise artık geçmiş zamanın limanına demir atmışız demektir. İşin en meşakkatli ve üzüntülü kısmıdır bu evre. Pişmanlıklarla, keşkelerle dolu bir bataklık gibidir. Kendimize kızdığımız, bağırdığımız zaman geçmiş zamandır, çünkü pişmanlıklar denizi geçmiştedir, henüz yapılmamış bir şey için kendimizi örselemeyiz. Sonucunun hüzün olacağından tastamam emin olduğumuz bir konu yoktur. Varsa bile elimizde her zaman başka seçenekler vardır. Şimdiki zamana ve gelecek zamana bu yüzden daha ussal yaklaşabiliriz. Fakat geçmiş öyle değildir, telafisi de zaman gibidir. Geri gelmez, belki isteneni geri getirebiliriz lakin onsuz geçen zamanı asla geri getiremeyiz. (Herakleitos'un ırmak örneğinde de olduğu gibi.) Zaten çoğu zaman isteneni de geri getiremeyiz. Geçmişin dehlizlerine girdiysek ve onu, yani geçmişi unutmak istemiyorsak, şimdiki zamanda “özlenen ile bir gelecek zaman hayali” planlarız, tamamen varsayımsal; keşkeler ve pişmanlıklar bize yeni bir evrenin kapısını açarlar. Açılan kapıdan tereddütsüz gireriz, fakat her güzel şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardır, tekrardan “gerçek” dünyaya dönmemiz gerekir. Döneriz. Bazen bir sesle, bazen bir dokunuşla, bazen uyanarak, bazen uyuyarak, bazen güneşle, bazen yağmurla, bazen de iki mısrayla: “çünkü dargın havsalamın/gücü yok bazı şeyleri taşımaya” 

Okumak lazım, daha çok okumak, çok daha çok okumak... Bazen dinlemek, bazen konuşmak. Çok dinleyip, az konuşmak. 

Dinlemek demişken, 
Müşfik Kenter - Bir Garip Orhan Veli: 
Explosions In The Sky & David Wingo - Hello, Is This Your House: 
Tom Waits - Dead And Lovely:

Konuşmak demişken, benden, 
İsmet Özel - Kısa Pantolon, Paslı Çakı, Dizde Kabuk Bağlamış Yara
Kısa Çakı, Paslı Pantolon, Gözde Yarası Kalmış Kabuk:

Kırk yaşına kadar öğrencilik yapmış, şayet Sorbonne Üniversitesi'nin yetkilileri ona "Artık öğrenci haklarından yararlanamayacaksınız" dememiş olsa öğrenciliğe ölene kadar devam edebileceğini söyleyen, saygıyla önünde eğildiğim Cioran'la noktayı koyalım: "Toplum oluştuğundan beri, ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme uğramıştır ya da çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir mesleğiniz, isminizin bir alt-başlığı, yokluğunuzun üzerinde bir damga olsun. 'Hiçbir şey yapmak istemiyorum' diye bağırma cüreti kimsede yoktur."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...