13 Ekim 2018 Cumartesi

Proust, Pessoa ve Ben Bir Gün Aynı Trendeyiz

      Marcel Proust "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin -yedi kitaptan oluşuyor- ilk kitabı olan "Swann'ların Tarafı"nda, ikinci bölümün son paragrafında bir durumun sonucunu anlatır, Swann'ın Odette'e duyduğu aşkın son evresini, zamanla aşkın geldiği hali. (Aslında üçüncü bölümde sonucun ikinci bölümün sonunda anlattığı gibi olmadığını açıklar. Yani ikinci bölümde sonuç gibi görünen şeyin aslında sonuç olmadığını üçüncü bölümün sonlarına doğru anlarız. Hala anlamadıysan biraz daha bekle, anlatayım, anlayacaksın.) Şöyle ki: "...Ne var ki, uyandıktan sonra, trende saçının bozulmaması için berberine talimat verdiği sırada, rüyasını tekrar düşündü ve tıpkı rüyasında yanı başında hissettiği şekilde, Odette'e ilişkin ilk izlenimi, bütün ayrıntılarıyla, tekrar gözünde canlandı; çökük yanaklarını, yorgun hatlarını, mor halkalı gözlerini, -Odette'e beslediği kalıcı aşkı ona ilişkin ilk izleniminin uzun bir unutuşu haline getiren ve birbirini izleyen sevgi dönemleri boyunca- ilişkilerinin ilk günlerinden beri fark etmediği ve herhalde hafızasının da o uyurken o günlere gidip ilk izlenimlerini aradığı bütün özelliklerini yeniden gördü. Ve zaman zaman, artık kendini bedbaht hissetmediği, bu arada ahlak düzeyinin de düştüğü anlarda ortaya çıkan o eski kaba sabalığıyla kendi kendine haykırdı." Proust en önemli, vurucu kısmı son paragrafta açıklıyor yüz doksan sekiz sayfalık bölümün acı ama gerçek özeti: "...Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer." Anlatayım anlayacaksınız demem ise Swann'ın günün sonunda Odette ile evlenmesinden kaynaklanıyor. İkinci bölümden bunu çıkartmak oldukça güç olsa da Proust üçüncü bölümde bunun böyle olduğunu gösteriyor. Fakat ben ikinci bölümün sonundaki kısmı kullanacağım bu yazımda.
      
     Proust'un bu satırları bana üniversite talebesiyken esrik ve başıboş geçirdiğim günleri hatırlattı. Asırlık okulun köhne sıralarında bıraktığım yitik bir düşü getirdi gözümün önüne, muhayyilemin zirve yaptığı, hiçbir şeyi takmadığım o harikulade günleri. Aşk denilen o muğlak kavramın bendeki tezahürünü düşündüm satırlarda gözlerimi yitirirken. Geçmiş, gelecek, şimdi. Ne oldu? Ne zaman oldu? Ne olacak? Her bir zerremle aşkı ilk kez üniversitede tattım diyebilirim. Yine orada bırakacağımı nereden bilebilirdim? Üniversite sıralarında başlayana üniversite sıralarında veda ettikten sonra da kimseye "hele bir gel, gönül saflarından iki kelam edelim" diyemedim, anlayacağınız şekilde söylemek gerekirse, kimseye aşık olmadım o güzel günlerden beri. Olamadım demek daha doğru olur sanırım. Zira birkaç kere denedim. Beceremedim. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, bu işlerin "ısmarlama" olmayacağını tecrübe ettim diyeyim. Bazen insanların "sevdiğinle değil, seni sevenle ol" tarzındaki söylemlerini duyuyorum, şiddetle karşı çıkıyorum buna. Olmuyor sayın okur, hep bir şeyler eksik kalıyor. Atmayan kalbi birine vermeye çalışıyorsun, vermeye çalışıyorsun da çalışmıyor ki, e çalışmayınca da haliyle ne onun işini görüyor o kalp, ne de senin işini.

      Aşk tuhaf parametrelerin bir araya gelmesiyle oluşan değişik bir gaile. Bilhassa ilk görüşte olanları, onlar çok daha değişik. Nasıl oluyor da insan bir kez gördüğü kişiye derin duygu musluğunu bu denli açabiliyor? Nasıl oluyor da o malum günden sonraki bütün günleri -muhabbet bir ilişki başlangıcına veya platoniğe dönene kadar- meçhul sevgiliyi düşünerek geçiyor? Bu sorular sizde cevaplarını açıklayacağıma dair bir beklenti oluşturduysa, peşinen söyleyeyim, oluşturmasın. Zira bu soruların cevabını ben de bilmiyorum. Keşke bilseydim de bu dertle viran olan insanlara iki kelam edebilseydim, onlara bir yardımım dokunsaydı. Maalesef sayın okur, duymak istediğin teselli cümlelerinden ne denli yoksunsa her bir hücrem, bu konu hakkında iki kelam etmekten de o denli yoksun tüm benliğim...

       Dünyadaki tüm nimetler altın tepside önüme sunulsa yine de yazılarını okumaktan vazgeçmeyeceğim Pessoa ile devam edelim: "Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. 

   Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! Başkalarının kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. En ufacık bir derinlik katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve haz buluruz. 

     Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi - ah, gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül ne kadar da biz hala!"

*
     Üstteki satırları yazdığım sırada kapımın zili çaldı. Kargodan kitaplarım gelmiş. Dünyada hiçbir şey beni bu kadar mutlu etmiyor sayın okur. Sipariş verdiğim kitapların bana ulaşması... Chopin'den Spring Waltz'ı dinlerken yazıyordum üstteki satırları, kitaplar gelince biraz ara vermek zorunda kaldım, Chopin'e değil, o devam ediyor, konu ile ilgili yazmaya ara verdim. Hepsini (Mülksüzler, Benim Üniversitelerim, Nietzsche Ağladığında, Biz, Eski Ustalar, Drina Köprüsü) teker teker elime alıp kokladım, sevdim, satırlar arasında muhayyilemi ölçtüm. Bayağı kuvvetliymiş. Ee konu kitaplar olunca doğal karşılamak lazım. Böyle bir hazzı en son ne zaman aldım diye kendime sorduğumda, bir önceki kitap siparişimin bana ulaştığı gün geldi aklıma. Bazı insanlar vardır sayın okur, o insanlar yalnızca kitaplarla mutlu olurlar, onulmaz yaraları kitaplarla açılır ve kitaplarla kapanır. Sanıyorum ben de onlardanım. Deniz manzaralı bir sayfiyede, çayım, sigaram ve ölene kadar okumaya yetecek kitabım olsa ve başka hiçbir meşgale ile uğraşmasam, salt içip okusam, bazen de yazsam, şu fani dünyada başka hiçbir şey istemezdim. Siz farkında değilsiniz ama sizlerden çok daha fazla şey istiyorum ben aslında. Yeni bir dünya. Sizler daha bu dünyaya sahip değilsiniz. Bense hiç sahip olmadım, olamadım, olamayacağım da. Ama şikayetçi değilim. Ömrüm yettiğince okuyacağım, yazacağım. Bunu sizlerin bilip bilmemesi de zerre umrumda değil. Ünlü bir yazar olup olmamakla ilgilenmiyorum anlayacağınız. Ne zaman öleceğimi -siz nasıl bilmiyorsanız- sizin gibi ben de bilmiyorum. Ama bağışlanmış bir yaşam var. Kimi mutlu olmak için atıyor adımlarını, kimi statü, kimi şan, kimi şöhret, kimi de inançlıysa diğer tarafta mutlu olmak için, bense huzursuzluk sularında yüzmek, hüzünden beslenmek için atıyorum adımlarımı. Hürriyet... Vefalı komşum Fahriye'den daha vefalı. Özgürlük şarkıları çınlıyor kulaklarımda. Ne güzel şeymiş hayatını istediğin gibi şekillendirebilmek, ne güzel şeymiş insanlar yatları, katları düşlerken kitapları düşlemek. Konunun ziyadesiyle dışına çıktığımın farkındayım. İstemeyerek bir virgül koyayım, vakti gelir elbet, o zaman kaldığım yerden devam ederim,

*

      Rüyanın girişini Pessoa'dan daha güzel yazabilecek bir kalem bağışlamadı henüz bana yaradan. Belki bir gün o şerefe nail olurum, şimdilik affınıza sığınmak durumundayım.

      Aslına bakarsanız benim değinmek istediğim husus Pessoa'nın bahsettiği rüyanın giriş kısmı değil, bilakis gelişme ve sonuç kısmı. Proust'un da -her ne kadar bir sonraki bölümde olayı farklı bir tarafa çevirse de- ikinci bölümün son paragrafında değindiği kısım. (Giriş kısımları herkes için hemen hemen aynı gerçekleşir, fakat edebiyatçılar bu halet-i ruhiyeyi, onlara bahşedilen kalem sayesinde daha albenili hale getirirler, hepsi bu. Pessoa bir önceki cümlede söylediğimi yukarıda kendi tarzı ile kanıtlıyor.) İnsan bir şekilde rastlaşıp -ki bu ilk görüşü de kapsayarak çok geniş bir alana yayılır, günümüzün sözümona ilişkileri, sırf "boşta kalmamak için" birisiyle ilişkiye başlayanlar konum ve ilgim dahilinde değiller, benim tüm dikkatim müthiş bir duygu yoğunluğuyla başlayan ilişkiler üzerine- beğendiği, ilgi duyduğu karşı cinse günün sonunda içindeki depremleri dindirmek için, ona karşı hissettiği şeyleri anlatmak ister. Ona ve kendine dair her şeyi açıklamak ister. Karşısındaki kişinin de kendisiyle aynı düşüncelere sahip olmasını düşleyerek. Fakat burada şöyle bir sıkıntı hasıl olur, karşı tarafa dair hiçbir şey bilmemek. Meziyetleri, yaşam amacı, karakteri, düşünceleri, dünyada durduğu yer, hobileri, fobileri vesair şeyler hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmamak. (Aslında 2000'li yılların başından günümüze kadar gelen süreçte en ufak demek doğru olmaz. Sosyal mecralar sayesinde kişilerin hakkında birçok şey kolayca öğrenilebiliyor. Fakat kişilerin persona olup olmadıkları iktisattaki diğer koşul sabitliği gibi göz ardı ediliyor. Kişi gerçekten sosyal mecralarda kendini anlattığı gibi mi? Yoksa görünmek istediği maskeyi mi takıyor?) Hiçbir özelliğini tam manasıyla bilmediğimiz birine karşı duygu beslediğimizi o anki metafizik gerilimle anlayamayız. Çünkü o anki halet-i ruhiyemiz ve kalp denilen zoraki ev sahibimiz bize karşıdaki kişinin özelliklerini değerlendirme imkanı sunmaz, sunamaz. Çünkü objektif düşünme yetisi bu derde düşünce ortadan kalkar. Aklıma vakti zamanında aşka, "yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali" dediğim, yarı kurgu yarı gerçek bir yazım geldi. İlgili kısım şöyleydi: "...Geçen hafta bir kadın bana beni sevdiğini söyledi. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı şaşırdım. Aksırdım, tıksırdım. Onca zaman sevgi kavramından azade yaşayan ben, aşkın ne anlama geldiğini unutan ben... Ömrümün bir döneminde yine böyle bir durumla karşılaşıp "Neden olmasın?" dediğim zaman geldi aklıma. Vaktinde o "Neden olmasın?" bana tecrübe ve aynı zamanda onulmaz bir vicdan azabıyla geri dönmüştü. Aşk kavramının bendeki tezahürü diğer insanların bakış açılarına göre biraz daha farklı sanırım. Gerek yaşadıklarımdan gerek gözlemlediklerimden gerekse okuduğum kitaplardan bu bilince varıyordum: Yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali. Birlikte olduğum hiçbir kadınla mutlu bir geleceği hayal edemedim. Ama ona tutulduğum an ve onunla sevgili olduğumuz an arasında geçen süreyi anlatmaya kelime dağarcığımın yeteceğini sanmıyorum. O olgunluk halini, o müthiş muhayyileyi insanlara anlatabileceğimden emin değilim. Ben bu hadiseyi ikiye ayırıyorum: Seven taraf  ve sevilen taraf. Bu iki taraf-ayrım da kendi içerisinde ikiye ayrılıyor, her ne kadar roller değişse de. Ussal düşünüm ve kalpsel bakış. Sevilen tarafta -ki halihazırda konumuz da bu- ussal düşünüm süreci otokontrol sistemiyle hareket edip, mantığa uygunluğu arıyor ve çoğu zaman buluyor da. Mamafih kalpsel bakış kısmında ciddi sorunlar baş gösteriyor. Daha doğrusunu telaffuz etmek gerekirse, kalp hiçbir reaksiyonda bulunmuyor. Hal böyle olunca akla uyan kalbe uymaz oluyor. Bu noktada her iki tarafın da sıhhati için 'Neden olmasın?' evresine karşı tarafı da kırmamaya çalışarak -sen ne kadar çabalarsan çabala seven insan mutlaka kırılır, mevzu kırıklığı minimale indirgeyebilmek- son vermek gerekiyor. Seven tarafta ise bireyler duruma kalpsel bakış açısıyla bakar. Her hadiseyi kalbe göre yorumlar. Kalpsel bakış bireyi anlamlandıramadığı bir orgazm haline sokar. Tevekkel değil insanların bu ara evrede sigaraları uç uca eklemeleri. Sigaraların sönmeme durumunda orgazm haline partner olan "Ne olacağını bilememe durumu"nu da unutmamak gerek tabii ki. Ussal düşünüm ise sevgili olduktan sonra devreye girer. İşte bu devreye girme hali tam bir felaketle sonuçlanır. Zira onca zaman içinde kurduğun şeylerin büyük, tanımsız bir boşluk olduğunu anlarken, aynı zamanda, hüsn ile konumlandırdığın kişinin ise hiç de öyle biri olmadığı gerçeği ile yüzleşirsin." Bu yazıyı yazdığım zamanlarda daha Proust'la tanışmamıştım, aslında tanışıklığım vardı kendisiyle fakat henüz sohbet etme şerefine nail olamamıştım. Proust'un meşhur son paragrafına ne kadar da benziyor değil mi? Ana fikirden bahsediyorum tabii ki. Zira benim yazma eylemim ile Proust'un yazma eylemi arasında devcileyin bir fark var. Keşke ben de bir gün onun gibi yazabilsem. Ayrı mesele. Devam edelim, "Aslında sağlıklı bir ilişki için ussal düşünüm de kalpsel bakış açısı da çok önemlidir. Takdir edilmesi gerekir ki ikisi bir elmanın iki yarısı gibidir. Mükemmeliyetçi bir birey de asla ama asla elmanın yarısıyla ilgilenmez. Ona elmanın tamamı gerekir. Çünkü yarım elmadan harikalar yaratamaz, yarım elma yitiktir. O ise yitikliğe sahip olmamalıdır. Bilakis tastamam olmalıdır. İnsanı orgazmdan orgazma sürükleyen kalpsel bakış sürecinin yerini öyle ya da böyle ussal düşünüm sürecine bırakması gerekir. Aynı şekilde ussal düşünüm sürecinin de belli bir zamandan sonra yerini kalpsel bakış açısına bırakması gerekir. Hal böyle olunca, insanlar arasındaki gönül ilişkileri de ya yitik olup, tamamlanamıyor ya da çok çok zor bulunur hale geliyor. İşte tam da bundandır aslında benim aşka yaşanamamışlıklar üzerine kurulmuş bir bilinmezlik hali demem."

      Bir yanda kalp, diğer yanda akıl. Eş zamanlı olarak hem galip gelme hem mağlup olma durumu. İnsanların karşısına çok sık çıkan bir savaş değil bu. Ama şu bir gerçek ki, nihayetinde bu savaşın kazananı da kaybedeni de sen oluyorsun. Barış mı? O s*klerce kilometre uzakta...

      İşte şimdi çayımı söyledim, sigaram yanımda, kitabım önümde. Mutluluğu sen düşün sayın okur, ben melali anlamayan nesle aşina değilim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...