22 Ekim 2018 Pazartesi

Eşref Saati

      "Gidiyordum. Sadece gidiyordum. Ucu bucağı olmayan yokluklara, farklı limanlara, yeni ufuklara, öte dünyaya gidiyordum. Hiçbir şey düşünmüyordum. Sanki o an bir şey düşünsem tekrar var olacaktım. Ben var olmak istemiyordum. Ben ölmek de istemiyordum..."

      New York seyahatimde homeless bir bilge söylemişti bana bunları. İlk önce ne dediğini anlamadım. Şarap içe içe kafayı bulmuş diye düşündüm. Sonra bir olay yaşadım ve hayatım değişti. "Bir kitap okudum ve hayatım değişti" diyen Orhan Pamuk geldi aklıma. Ama ben yaşamıştım. Yaşanılanı okumamıştım. Zaten nobelim de yoktu. Bir musibet bin nasihate yeğdi, evet. Bir yandan son sigaramı içiyor, bir yandan da düşünüyordum. Yaşlı bilge düşünme diyordu. Ben düşünüyordum. Neden düşünme diyordu diye düşünür buldum kendimi. Allah kahretsin! Olmuyordu. Düşünmeden yapamıyordum. Belki de bana göre değil diye düşündüm. Evet, yine düşündüm. Düşünmeden edemiyordum. Düşünmek bütün kötülüklerin anasıdır. Hayır hayır o alkoldü. Evsiz bilge beni benden etmişti. Bir ben vardı benden içeri ve ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.

      Düşünmekten daha kötü olan bir şey daha vardı hayatımda. Unutmak. Aslında unutmak kötü değildir, unutmak zorunda olmak kötüdür. Birinde isteyerek yaparsın bunu, diğerinde şartlar zorlar seni. Emrivaki dünyadaki en kötü şeyden daha kötüdür. İnsanlar özgür olabilmeli ve kendi kararlarını kendileri verebilmelidir. Yaşandığı sanılanın aksine.

      Kafamda yeni dünyalar kurduğum sırada son sigaram bitmişti. Bir sigara alayım da yine yeni dünyalara dalarım diye düşündüm. "Sikerim bilgesini, düşünmeden yaşamak mı olurmuş" diye ünleyerek köşedeki bakkala girdim ve sigara aldım. Bakkaldan çıktım. Paketi açtım, içinden bir sigara çıkarıp yaktım ve yoluma devam ettim.

      Elif geçen hafta intihar etmişti. Sevdiğim kadın sessiz sedasız bir bilinmeze gitmişti. Yürürken ayağım yırtık dondan sarkan alet edevat gibi çıkıntı yapan kaldırım taşına çarptı, "Hay am*na koyayım ülkesinin, neyi düzgün ki?" diye ünledim. İki alt mahalledeki Fahriye Kıraathanesi'ne doğru yol aldım. Bu küçük kıraathanenin çayını çok severdim. Ama buraya gelmemin asıl sebebi ne çayının iyi olması ne de izbe bir yerde olmasıydı. Sahibinin Ahmet Muhip Dıranas'a duyduğu yoğun sevgiydi. Eşref Abi zamanında Fahriye adında bir kadına aşık oluyor. Bunlar aynı mahallede oturuyorlar. Kadın bir gazinoda konsomatrislik yapıyor. Eşref Abi'den de on yaş büyük. Eşref Abi'nin ailesi de bayağı varlıklı bir aile. Haliyle Fahriye Yenge'yi kendilerine layık görmüyorlar. Devamını hiçbir zaman anlatmadı Eşref Abi. Bırakın orası bende kalsın diyor kahve eşrafından kim sorarsa. Belki de Fahriye Yenge şu an "Dağları karlı Erzincan'dadır." Kim bilebilir? Velhasıl, Eşref Abi bu yanık zamanlarında tanışıyor Dıranas ile. Ve sonrasında Dıranas'ın Fahriye Abla şiiriyle. İşte o şiir ve o konsomatris kadın Fahriye Kıraathanesi'ne adlarını vermişler. Yaşanmışlıkları edebiyata yoran insanları çok severdim. Hele bu insan bir de güzel çay yapıyorsa tadından yenmezdi. Her zaman oturduğum izbe masaya oturdum ve çantamdan on on beş tane çizgisiz dosya kağıdı çıkarttım. Bu sırada çantamdaki "Gecenin Sonuna Yolculuk" kitabını gördüm. Çizgisiz dosya kağıtlarının ve Behçet Necatigil'in "Sevgilerde" adlı şiir kitabının arasında duruyordu. Bu kitabı ne zaman görsem elime alır ve kapağındaki şu yazıyı okurdum, "Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister." Okuduktan sonra da hep kendimi düşünürdüm. Bir gün ben de bu söze layık bir eser verebilecek miydim? Cevabı olmayan bir soru daha. En azından şimdilik. Bir yanda sözü söyleyen Nietzsche, bir yanda sözü hakkeden Celiné, diğer yanda da bir aciz, ben. İşim hiç kolay değildi.

      Çıraktan bir çay istedim. Normalde çayları Eşref Abi'nin çırağı dağıtırdı fakat kıraathaneye ben geldim mi işler biraz değişirdi. Eşref Abi iki çay kapar ve benim masama gelirdi. Birini önüme koyar, diğerini kendi önüne çeker ve bana, "Hayırdır oğlum, bir sıkıntın mı var?" derdi. Böyle derdi çünkü ben hayırsızın biriydim. Fahriye Kıraathanesi'ne sadece sıkıntılıyken uğrardım. Eşref Abi'nin bana iyi geleceğini bilirdim. Eşref Abi de sağ olsun bunu hiç başıma kakmazdı. Yine aynısı oldu. "Hayırdır oğlum, bir sıkıntın mı var?", "Sıkıntıdan bol ne var Eşref Abi, vaktin var mı?" Eşref abi bacak bacak üstüne attı ve "Anlat bakalım" dedi. Başladım anlatmaya. Önce Elif'i söyleyemedim. Dilim varmadı. "Abi eskisi gibi yazamıyorum" dedim. "Çok oku ve sabret. Elbet olacak." dedi. Sonra hayattaki diğer sorunlarımı anlattım. Elif'i yine anlatamadım. Eşref Abi onların da çözüleceğini, pes etmemem gerektiğini salık verdi. En son dayanamadım ve "Ben pes etmedim de Elif etmiş be Eşref Abi. İntihar etmiş." dedim. Beş dakika hiçbir şey demedi. Diyemedi. Tahta masanın verniksiz, çarpık bacaklarına baktı biraz. Biraz da sigara dumanından solmuş beyaz perdeye baktı. Sanki konuşsa her şey bitecekti. Halbuki her şey daha o konuşmadan bitmişti. En azından ben öyle düşünüyordum. "Oğlum, seni çok severim bilirsin. Sana güzel şeyler söylemek isterdim, durum da bunu gerektirir fakat söylemeyeceğim. Üzülme, yaşamaya devam et desem ne değişecek? Bu yüzden sana güzel şeyler, duymayı çok isteyeceğin avuntu cümleleri kurmayacağım. Sana bir şey anlatacağım ve ne demek istediğimi sen kendin anlayacaksın. Hani Fahriye Yenge'n vardı ya, sonunu kimsenin bilmediği. Ben onu sevmiştimden ötesini kimse bilmez hani. Dinle, ilk olacaksın," Eşref Abi dikkatlice sağına soluna baktı. Benden başka kimsenin duymasını istemiyordu. Kendimi çok tuhaf hissetmiştim. Gurur muydu bu? Hayır hayır, çok daha farklı bir şeydi. Devam etti, "sevgim karşılıksız değildi. Biz kimseye bir şey hissettirmeden aylarca görüştük. Bütün görüşmelerimizde konu evliliğe geliyordu. Ben de bizimkilere karşı gelemediğim için işi yokuşa sürüyordum hep. Bu böyle defalarca tekrarlandı. Fahriye de bu işin olmayacağını anlayınca intihar etti. Çok seviyordu beni. Ben de onu çok seviyordum ama imkanlar imkansızdı. Aileme karşı gelecek cesareti gösteremedim. Şimdi olsa gösterirdim belki ama o zaman daha olgunlaşamadığım için işi yokuşa sürdüm. Bir de bu işin intihara kadar sürükleneceğini düşünemezdim tabi. Çok zeki bir kadındı Fahriye. İntiharının altında birçok neden yatıyordur muhtemelen. Fakat ben yalnızca anlattığım kadarını biliyorum." Eşref Abi bugüne kadar kimseye anlatmadığı hazin hikayesinin sonunu bana anlatmıştı. İşte o kadar kötu durumdaydım. "Anladım Eşref Abi" dedim. Anlamaktan ziyade, yaşamıştım. Kelimelerin kifayetsiz olduğu noktada buluşmuştuk Eşref Abi ile. Bundan sonra benim hayatım da inziva mı içerecekti? Nasıl devam ettirecektim yaşantımı? Hayat bir sorular bütünüydü. Ve bizim gibi insanlar için tek bir cevap vardı, hüzün. Eşref Abi ile yaklaşık iki saat kadar daha sohbet ettik. Sohbetin konusu belliydi. İkimiz de aynı yerden yara almıştık. Sırt sırta verip kurtulmaya calışıyorduk. Biliyorduk, kurtulamayacaktık. Yarayı sarmak en iyi kurtulma yoludur. Anılarla yeteri kadar sardık, fazla da abartmadık. Ve ben yine en iyi arkadaşlarımla, düşüncelerle tekrar yola koyuldum. Bilgeyi unutmuştum.


*Lacivert Şiir ve Öykü Dergisi, Sayı: 73, Ocak-Şubat 2017, syf. 114

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...