hürmet, sevgi ve minnet ile
R.’ye
“Ne hasta bekler sabahı,
Beklemek… En zalim, en hoyrat, en umarsız, en çetin hali
yaşamanın; aynı zamanda akil bünyelerde müdananın değerini anlamanın da en
ciddi sınavı. Öznesinde bir seven ve bir sevilenin olduğu herhangi bir şimdiki
zaman cümlesinde, iktisattaki diğer koşulların sabitliği kuralı yaşatılmak
istenir. Tüm diğer koşulların sabit olduğu dünyada elbette seven ve sevilen bir
yastıkta kocar. Lakin hayat denilen tuhaf oyunu daha da tuhaf kılan bir hal
gözden kaçırılır: duygudurum.
Zamanın birinde, çok sevdiğim ve devamlı kitap okumak için
gittiğim bir kafede, dünyalar üstü gördüğüm bir kişinin, edebi anlamda yazılmış
en mükemmel eserini okuyordum; İki cilt, üç bin yüz otuz üç saife. Yazar bir
Fransız münzevisi, Valentin Louis Georges Eugéne Marcel Proust, kitabın adı da Kayıp Zamanın İzinde.
Yedi kitaptan oluşan bu seri unutma ve hatırlama bağlamında ilerliyor, alelade
bir madlen çaya batırılıyor ve tüm hikaye başlıyor. Tüm Rus edebiyatı, Joyce,
London, Pessoa, Musil, Celine, Pavese, Kafka, Camus, Flaubert, Zola, Goethe,
Bernhard, Atay, Atılgan, Tanpınar, Karasu, Anar ve daha niceleri… Bu eseri
hepsinin eserlerinden çok farklı bir yere koymamın sebebini anlatabilecek
lugata sahip olduğumu düşünmüyorum, bazı olaylara kelimeler kifayetsiz kalır ya
hani, bu da öyle bir şey, fakat ufak bir şey söylemem gerekirse, Proust sanki
bu eserde ömrümü eserlerini okumaya vakfetmekten çekinmeyeceğim tüm yazarların
en kallavi eserlerinin, en alengirli sözlerini bir arada toplamış. Bir kitabı
okurken onun içine girmek, onu yaşamak gerekir. Diğer kitapları okurken içine
giriyorsunuz lakin tastamam da içinde olmuyorsunuz, bir ayağınız dünyada
kalıyor, Tanpınar’ın vakti zamanında söylediği gibi oluyorsunuz: “Ne içindeyim
zamanın/Ne de büsbütün dışında” işte Proust’ta bu
olay olmuyor, en azından benim için olmuyor, bana olan şu, kitabı okurken onun
içine giriyorum ve onun dünyasında yaşıyorum, sanki canlı kanlı zamanın
Combray’inde, Balbec’inde, Guermantes’inde, Paris’inde oluyorum. Proust sevgimi
anlatmaya kelimeler yetmeyeceği için, konuyu sevgi bağlamında uzatmanın lüzumu
yok, onu işime yarar şekilde konuma dahil etmem kafi. Bu noktada altıncı
kitaptan bir spoiler vereceğim. Spoiler kaygınız varsa birkaç satır atlayın.
(Lakin şunu da eklemekte yarar görüyorum, şahsi görüşüm, şayet bir kitabı
okumadan önce kitaba dair spoiler kaygısı güdüyorsanız o kitabı okumayın, edebi
yetkinliği olan bir eserin ne anlattığından çok nasıl anlattığı önemlidir.
Mesela, Thomas Bernhard’ın Eski Ustalar adlı kitabında bütün mevzu bir sanat
müzesinde geçer, tek mekan sanat müzesi ve Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam tablosunun karşısındaki koltuktur, görülen iki
başrol, bir de yardımcı oyuncu vardır; kitapta entrikalar, olaylar, farklı
farklı mekanlar da göremezsiniz, tüm bunlara rağmen Bernhard’ın anlatış
tarzından, kaleminden, hayata bakışından inanılmaz bir tat alırsınız, üç oyunculu
bir oyun gibi görülen kitabın aslında “oyuncu” kadrosunun tüm Avusturya nüfusu
kadar geniş olduğunu görürsünüz.) Serinin altıncı kitabı olan “Albertine
Kayıp”ta anlatıcı, ismi Albertine olan bir kızla tuhaf bir ilişki
içerisindedir, ilişkiye hoşlantı ile başlarlar, bu ilişkide iki tarafın da
gönül eğlendirmekten başka bir beklentisi yoktur. Lakin evdeki hesap çarşıya
uymaz, Albertine’ın hemcinslerinden hoşlandığını düşünen -ki bunu kanıtlayan
emareler de mevcut- anlatıcı, onu kıskanmasıyla ve kontrol altına almak
istemesiyle aslında onunla gönül eğlendirmek değil onunla sevgili olmak
istediğini ayrımsar. Fakat nihai konudaki isteklerini yerine getirmek yerine
tam tersini yapar, aslında tam olarak yapamaz, iki durumu birbirine karıştırır
ve içinden hiç istemese de tuhaf bir gururla Albertine’a ayrılmaları
gerektiğini söyler, bunları söylerken aynı zamanda da Albertine’den aslında
kendi yapması gereken şeyi bekler, asıl söylemek istediklerini Albertine’den
duymak ister. Fakat ne anlatıcı Albertine’e asıl söylemek istediklerini, yani
içindekileri söyler, Ne de Albertine anlatıcıya duymak istediklerini söyler.
Gurur ve özsaygı arasındaki ince çizgide sıkışan anlatıcı yapmadığını bırakmaz,
bir mektubu gel der, bir mektubu git, araya Saint-Loup’yu sokup Albertine’ı
tekrardan gelmesi için ikna etmeye çalışır, heyhat! Hiçbir şey gibi bu da para
etmez. Ve bir gün Albertine’ın teyzesi anlatıcıya bir mektup yollar: “ZAVALLI
DOSTUM, ALBERTINE’CİĞİMİZ ARTIK ARAMIZDA DEĞİL. BU KORKUNÇ HABERİ SİZE VERDİĞİM
İÇİN BENİ AFFEDİN, ONU NE KADAR SEVDİĞİNİZİ BİLİYORUM. ATLA GEZERKEN DÜŞÜP BİR
AĞACA ÇARPTI. ONU HAYATA DÖNDÜRME ÇABALARIMIZ SONUÇSUZ KALDI. KEŞKE ONUN YERİNE
BEN ÖLSEYDİM!” Sizin hiç gönülden sevgisine mazhar olmak istediğiniz bir insan
öldü mü? Anlatıcının eline Albertine’ın ölüm haberini aldıktan bir iki gün
sonra bir mektup geçer, o mektupta şunlar yazar: “Size dönmem için artık çok mu
geç? Andrèe’ye henüz yazmadıysanız, beni kabul eder miydiniz? Kararınıza boyun
eğeceğim, yalvarırım bir an önce bana haber verin, ne büyük bir sabırsızlıkla
beklediğimi tahmin edersiniz. Dönmeme karar verecek olursanız, ilk trenle
gelirim. Bütün kalbimle sizin, Albertine.”
Bu cildi, yani altıncı kitap olan Albertine Kayıp’ı, birini,
“gelmeyeceğini bildiğiniz halde beklediğiniz” zamanlarda okumayın (Hele şu parça eşliğinde sakın okumayın: Explosions In The Sky &David Wingo - Hello, Is This Your House), zamanı bu
kitapla geçirmeye çalışmayın. Bu kitap yukarıda yazılanlardan çok daha fazlası
çünkü, içtiğiniz sigarayı bir paketse ikiye, ikiyse üçe, üçse dörde çıkarır
rahatlıkla. Bir de gelmeyeceğini bildiğiniz halde
beklediğiniz kişi size karşı sizin ona beslediğiniz hislerin aynısını
besliyorsa ve zaman, mekan, şartlar, idealler yüzünden gelemiyorsa, o çok daha
kötü. Bunları nereden mi biliyorum? Benim değil de, bir arkadaşın başına gelmiş, o söylediydi. Hayret edip bir sigara yakmıştım.
İmkanlar ve hayatta bulunduğumuz nokta, bir nevi statümüz, insanların bizi
yargılama özneleridir, arka planı kimse düşünmez, içinizde verdiğiniz
mücadeleyi, yaşadığınız devcileyin savaşları sizden başkası anlayamaz. Şunu
düşündüğüm çok olmuştur: ulan ne gerek var bu kadar ince düşünmeye, hümanizmi
odak almaya, hak hukuk gözetmeye, adaletin bayrak taşıyıcısı olmak için
uğraşmaya, sen de sıradan bir insan ol, güdül, yağında kavrul, mutlu ol,
olmasan da numaradan öyle görün, sen de bir persona ol. Olmuyor, beceremiyorum,
belki de deneyemiyorum, necasetle yoğrulmuş dünyanın hamuru, kolay kolay
yaklaşılmıyor. Beni bu hale getiren şeylerin başında edebiyat, felsefe ve
adab-ı muaşeret geliyor. Söylerken bile yaralanıyorum. Bir insan okuduğu için,
araştırdığı için, adabı, erkânı bildiği için pişman olmak zorunda bırakılır mı?
Farklı bir evrende can bulsam olması gerekenin bu olduğunu söylerdim. Ama
maalesef can bulunan dünyada olması gerekenler hiçbir zaman olmuyor. Güç kimin
elindeyse, fazileti de onda belliyoruz. O gücün geldiği kaynağı hiç sorgulamıyoruz.
Halbuki benim bildiğim; güç, kuvvet ne kadar fazlaysa tevazu da en az o kadar
fazla olmalıdır. Bilgi, ilim arttıkça insanlar o denli mütevazı olmalıdır. Bir
yerde sorun var ama... Hak hukuk arar olmak fanilerce bir garip karşılanıyor.
Artık "torpil" yapana değil, yapmayana garip gözlerle bakılıyor. Bir
de pişkin pişkin gülünerek, "devir böyle, ne yapalım?" deniliyor. İnsan gerçekten hayret ediyor. Adalet dünyanın her yerinde bir
garip işliyor. Bundan yıllar yıllar önce Victor Hugo Sefiller'de Jean
Valjean'a şunu söyletiyordu: "On dört yaşımdayken, karnımı doyurmak için
bir parça ekmek çaldığım için, beni zindana attılar ve orada bana tam altı ay
bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur." Çetrefil... İnsanların
düşündükleri tek bir şey kalmış sanki: para. Daha fazla, en fazla. Bütün bunlar
olurken dünyanın tüm zevkini, şevkini, ihtişamını kaçırıyormuşuz gibi geliyor
bana. İnsan felsefenin içine girince dünyanın zevk alınmayacak bir yer olduğunu
ayrımsıyor, Cioran'ı, Nietzsche'yi, Bernhard'ı ve benzerlerini okudukça
mutluluk denilen bir kavramın varlığından şüphe duyuyor. İşin garip tarafı bu
yazarların anlattıkları şeyler ütopik yahut varsayımsal şeyler değil, insanların
hiç görmek istemedikleri, sümen altı ettikleri, dünyanın gerçekleri olan
şeyler. Ne alaka değil mi? Proust, Albertine, aşk, sevgi falan diyorsun da
nasıl buraya bağlayabiliyorsun? Ben bağlamıyorum, hayat bağlıyor. Seni işsiz
kılıyor, bağlıyor; seni güçsüz kılıyor, bağlıyor; seni kanatsız bırakıyor,
bağlıyor; seni çaresiz bırakıyor, bağlıyor. Nasıl yaptığını bilmiyorum fakat
bir şekilde imkanlıyı imkansız kılıyor hayat.
Bazen de ülken oluyor, imkanlıyı imkansız hale getiren, sana onca satır yazdıran. Yalnızca ülken. Lakin her şeye rağmen ne yâr sevgin bitiyor, ne de yâren. Bitmesin de zaten. Vatan sevgisi zaten bitmez de, yâr sevgisini de tüketmemek lazım. Bir erkek olarak kadınsız bir dünyayı hayal bile etmek istemiyorum.
Necip Fazıl ile başlayıp Proust ile devam ettiğim yazıyı en az Proust kadar münzevi olan, hiçbir yere ve hiçbir zamana tutunamayan ve mütemadi bir mutsuz olan Céline ile sonlandırmak sanırım en mantıklı olanı, pasaj muazzam eseri Gecenin Sonuna Yolculuk'tan:
"Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor."
"Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor."