23 Mart 2019 Cumartesi

GEL(E)MEYENİ BEKLEMEK


hürmet, sevgi ve minnet ile
R.’ye

“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
N.F.K.

Beklemek… En zalim, en hoyrat, en umarsız, en çetin hali yaşamanın; aynı zamanda akil bünyelerde müdananın değerini anlamanın da en ciddi sınavı. Öznesinde bir seven ve bir sevilenin olduğu herhangi bir şimdiki zaman cümlesinde, iktisattaki diğer koşulların sabitliği kuralı yaşatılmak istenir. Tüm diğer koşulların sabit olduğu dünyada elbette seven ve sevilen bir yastıkta kocar. Lakin hayat denilen tuhaf oyunu daha da tuhaf kılan bir hal gözden kaçırılır: duygudurum.

Zamanın birinde, çok sevdiğim ve devamlı kitap okumak için gittiğim bir kafede, dünyalar üstü gördüğüm bir kişinin, edebi anlamda yazılmış en mükemmel eserini okuyordum; İki cilt, üç bin yüz otuz üç saife. Yazar bir Fransız münzevisi, Valentin Louis Georges Eugéne Marcel Proust, kitabın adı da Kayıp Zamanın İzinde. Yedi kitaptan oluşan bu seri unutma ve hatırlama bağlamında ilerliyor, alelade bir madlen çaya batırılıyor ve tüm hikaye başlıyor. Tüm Rus edebiyatı, Joyce, London, Pessoa, Musil, Celine, Pavese, Kafka, Camus, Flaubert, Zola, Goethe, Bernhard, Atay, Atılgan, Tanpınar, Karasu, Anar ve daha niceleri… Bu eseri hepsinin eserlerinden çok farklı bir yere koymamın sebebini anlatabilecek lugata sahip olduğumu düşünmüyorum, bazı olaylara kelimeler kifayetsiz kalır ya hani, bu da öyle bir şey, fakat ufak bir şey söylemem gerekirse, Proust sanki bu eserde ömrümü eserlerini okumaya vakfetmekten çekinmeyeceğim tüm yazarların en kallavi eserlerinin, en alengirli sözlerini bir arada toplamış. Bir kitabı okurken onun içine girmek, onu yaşamak gerekir. Diğer kitapları okurken içine giriyorsunuz lakin tastamam da içinde olmuyorsunuz, bir ayağınız dünyada kalıyor, Tanpınar’ın vakti zamanında söylediği gibi oluyorsunuz: “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında” işte Proust’ta bu olay olmuyor, en azından benim için olmuyor, bana olan şu, kitabı okurken onun içine giriyorum ve onun dünyasında yaşıyorum, sanki canlı kanlı zamanın Combray’inde, Balbec’inde, Guermantes’inde, Paris’inde oluyorum. Proust sevgimi anlatmaya kelimeler yetmeyeceği için, konuyu sevgi bağlamında uzatmanın lüzumu yok, onu işime yarar şekilde konuma dahil etmem kafi. Bu noktada altıncı kitaptan bir spoiler vereceğim. Spoiler kaygınız varsa birkaç satır atlayın. (Lakin şunu da eklemekte yarar görüyorum, şahsi görüşüm, şayet bir kitabı okumadan önce kitaba dair spoiler kaygısı güdüyorsanız o kitabı okumayın, edebi yetkinliği olan bir eserin ne anlattığından çok nasıl anlattığı önemlidir. Mesela, Thomas Bernhard’ın Eski Ustalar adlı kitabında bütün mevzu bir sanat müzesinde geçer, tek mekan sanat müzesi ve Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam tablosunun karşısındaki koltuktur, görülen iki başrol, bir de yardımcı oyuncu vardır; kitapta entrikalar, olaylar, farklı farklı mekanlar da göremezsiniz, tüm bunlara rağmen Bernhard’ın anlatış tarzından, kaleminden, hayata bakışından inanılmaz bir tat alırsınız, üç oyunculu bir oyun gibi görülen kitabın aslında “oyuncu” kadrosunun tüm Avusturya nüfusu kadar geniş olduğunu görürsünüz.) Serinin altıncı kitabı olan “Albertine Kayıp”ta anlatıcı, ismi Albertine olan bir kızla tuhaf bir ilişki içerisindedir, ilişkiye hoşlantı ile başlarlar, bu ilişkide iki tarafın da gönül eğlendirmekten başka bir beklentisi yoktur. Lakin evdeki hesap çarşıya uymaz, Albertine’ın hemcinslerinden hoşlandığını düşünen -ki bunu kanıtlayan emareler de mevcut- anlatıcı, onu kıskanmasıyla ve kontrol altına almak istemesiyle aslında onunla gönül eğlendirmek değil onunla sevgili olmak istediğini ayrımsar. Fakat nihai konudaki isteklerini yerine getirmek yerine tam tersini yapar, aslında tam olarak yapamaz, iki durumu birbirine karıştırır ve içinden hiç istemese de tuhaf bir gururla Albertine’a ayrılmaları gerektiğini söyler, bunları söylerken aynı zamanda da Albertine’den aslında kendi yapması gereken şeyi bekler, asıl söylemek istediklerini Albertine’den duymak ister. Fakat ne anlatıcı Albertine’e asıl söylemek istediklerini, yani içindekileri söyler, Ne de Albertine anlatıcıya duymak istediklerini söyler. Gurur ve özsaygı arasındaki ince çizgide sıkışan anlatıcı yapmadığını bırakmaz, bir mektubu gel der, bir mektubu git, araya Saint-Loup’yu sokup Albertine’ı tekrardan gelmesi için ikna etmeye çalışır, heyhat! Hiçbir şey gibi bu da para etmez. Ve bir gün Albertine’ın teyzesi anlatıcıya bir mektup yollar: “ZAVALLI DOSTUM, ALBERTINE’CİĞİMİZ ARTIK ARAMIZDA DEĞİL. BU KORKUNÇ HABERİ SİZE VERDİĞİM İÇİN BENİ AFFEDİN, ONU NE KADAR SEVDİĞİNİZİ BİLİYORUM. ATLA GEZERKEN DÜŞÜP BİR AĞACA ÇARPTI. ONU HAYATA DÖNDÜRME ÇABALARIMIZ SONUÇSUZ KALDI. KEŞKE ONUN YERİNE BEN ÖLSEYDİM!” Sizin hiç gönülden sevgisine mazhar olmak istediğiniz bir insan öldü mü? Anlatıcının eline Albertine’ın ölüm haberini aldıktan bir iki gün sonra bir mektup geçer, o mektupta şunlar yazar: “Size dönmem için artık çok mu geç? Andrèe’ye henüz yazmadıysanız, beni kabul eder miydiniz? Kararınıza boyun eğeceğim, yalvarırım bir an önce bana haber verin, ne büyük bir sabırsızlıkla beklediğimi tahmin edersiniz. Dönmeme karar verecek olursanız, ilk trenle gelirim. Bütün kalbimle sizin, Albertine.”

Bu cildi, yani altıncı kitap olan Albertine Kayıp’ı, birini, “gelmeyeceğini bildiğiniz halde beklediğiniz” zamanlarda okumayın (Hele şu parça eşliğinde sakın okumayın: Explosions In The Sky &David Wingo - Hello, Is This Your House), zamanı bu kitapla geçirmeye çalışmayın. Bu kitap yukarıda yazılanlardan çok daha fazlası çünkü, içtiğiniz sigarayı bir paketse ikiye, ikiyse üçe, üçse dörde çıkarır rahatlıkla. Bir de gelmeyeceğini bildiğiniz halde beklediğiniz kişi size karşı sizin ona beslediğiniz hislerin aynısını besliyorsa ve zaman, mekan, şartlar, idealler yüzünden gelemiyorsa, o çok daha kötü. Bunları nereden mi biliyorum? Benim değil de, bir arkadaşın başına gelmiş, o söylediydi. Hayret edip bir sigara yakmıştım.

İmkanlar ve hayatta bulunduğumuz nokta, bir nevi statümüz, insanların bizi yargılama özneleridir, arka planı kimse düşünmez, içinizde verdiğiniz mücadeleyi, yaşadığınız devcileyin savaşları sizden başkası anlayamaz. Şunu düşündüğüm çok olmuştur: ulan ne gerek var bu kadar ince düşünmeye, hümanizmi odak almaya, hak hukuk gözetmeye, adaletin bayrak taşıyıcısı olmak için uğraşmaya, sen de sıradan bir insan ol, güdül, yağında kavrul, mutlu ol, olmasan da numaradan öyle görün, sen de bir persona ol. Olmuyor, beceremiyorum, belki de deneyemiyorum, necasetle yoğrulmuş dünyanın hamuru, kolay kolay yaklaşılmıyor. Beni bu hale getiren şeylerin başında edebiyat, felsefe ve adab-ı muaşeret geliyor. Söylerken bile yaralanıyorum. Bir insan okuduğu için, araştırdığı için, adabı, erkânı bildiği için pişman olmak zorunda bırakılır mı? Farklı bir evrende can bulsam olması gerekenin bu olduğunu söylerdim. Ama maalesef can bulunan dünyada olması gerekenler hiçbir zaman olmuyor. Güç kimin elindeyse, fazileti de onda belliyoruz. O gücün geldiği kaynağı hiç sorgulamıyoruz. Halbuki benim bildiğim; güç, kuvvet ne kadar fazlaysa tevazu da en az o kadar fazla olmalıdır. Bilgi, ilim arttıkça insanlar o denli mütevazı olmalıdır. Bir yerde sorun var ama... Hak hukuk arar olmak fanilerce bir garip karşılanıyor. Artık "torpil" yapana değil, yapmayana garip gözlerle bakılıyor. Bir de pişkin pişkin gülünerek, "devir böyle, ne yapalım?" deniliyor. İnsan gerçekten hayret ediyor. Adalet dünyanın her yerinde bir garip işliyor. Bundan yıllar yıllar önce Victor Hugo Sefiller'de Jean Valjean'a şunu söyletiyordu: "On dört yaşımdayken, karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldığım için, beni zindana attılar ve orada bana tam altı ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur." Çetrefil... İnsanların düşündükleri tek bir şey kalmış sanki: para. Daha fazla, en fazla. Bütün bunlar olurken dünyanın tüm zevkini, şevkini, ihtişamını kaçırıyormuşuz gibi geliyor bana. İnsan felsefenin içine girince dünyanın zevk alınmayacak bir yer olduğunu ayrımsıyor, Cioran'ı, Nietzsche'yi, Bernhard'ı ve benzerlerini okudukça mutluluk denilen bir kavramın varlığından şüphe duyuyor. İşin garip tarafı bu yazarların anlattıkları şeyler ütopik yahut varsayımsal şeyler değil,  insanların hiç görmek istemedikleri, sümen altı ettikleri, dünyanın gerçekleri olan şeyler. Ne alaka değil mi? Proust, Albertine, aşk, sevgi falan diyorsun da nasıl buraya bağlayabiliyorsun? Ben bağlamıyorum, hayat bağlıyor. Seni işsiz kılıyor, bağlıyor; seni güçsüz kılıyor, bağlıyor; seni kanatsız bırakıyor, bağlıyor; seni çaresiz bırakıyor, bağlıyor. Nasıl yaptığını bilmiyorum fakat bir şekilde imkanlıyı imkansız kılıyor hayat. 

Bazen de ülken oluyor, imkanlıyı imkansız hale getiren, sana onca satır yazdıran. Yalnızca ülken. Lakin her şeye rağmen ne yâr sevgin bitiyor, ne de yâren. Bitmesin de zaten. Vatan sevgisi zaten bitmez de, yâr sevgisini de tüketmemek lazım. Bir erkek olarak kadınsız bir dünyayı hayal bile etmek istemiyorum. 


Necip Fazıl ile başlayıp Proust ile devam ettiğim yazıyı en az Proust kadar münzevi olan, hiçbir yere ve hiçbir zamana tutunamayan ve mütemadi bir mutsuz olan Céline ile sonlandırmak sanırım en mantıklı olanı, pasaj muazzam eseri Gecenin Sonuna Yolculuk'tan:
"Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor."

18 Mart 2019 Pazartesi

UNUTMAK VE HATIRLAMAK ÜZERİNE

"o da oturuyor ben de
ne garip değil mi
susarak oturmak
hem de birbirimizle
bu kadar konuşmak isterken..."


Bundan yıllar yıllar önce, henüz Gebze-Haydarpaşa tren hattının tamirata girmediği bir zamanda, bir arkadaşıma trenle yapacağı Sakarya yolculuğunda refakat etmem icap etmişti, dönüşü de güzel bir şekilde planlayarak icabeti gerçekleştirdim, dönüşün planını yapmak çok başvurduğum bir yol değil aslında, bir yere gittiğim zaman; tatil olsun, sıla-i rahim olsun, iş olsun, hiçbir zaman dönüş planı yapmam. Fakat o ahvalde yapmam gerekiyordu, zira tek yoklama alınan ders olan iktisat dersine girmem gerekiyordu. Sakarya'da işimizi halledip dönüş yoluna geçtik, trendeydik, kafamı cama yaslayıp, sonsuz bir inançla hayal kurduğumu hatırlıyorum. Tren yolculuklarını oldum olası çok sevmişimdir, cam kenarına geçer, kafamı cama yaslar, dışarıda olup biteni izlerdim. Tren çocukluğumu hatırlatır bana, rahmetli anneannemle yaptığımız yolculukları, o zamanlar mızıka satarlardı trenlerde -insanlar eğlensin diye, şimdilerde mendil satıyorlar gözyaşlarını silsinler diye-, anneannem de her seferinde bir bana bir kardeşime iki tane mızıka alırdı, o güzel günlerden sonra, o üç kuruşluk mızıkanın verdiği hazzı en ala Hohner veremedi bana, vermesine de imkan yok şu saatten sonra, zira ne canımdan çok sevdiğim anneannem yaşıyor ne de o mızıka satıcıları...

Sakarya'dan Bahçelievler'e uzun bir yolculuk yaptım, yalnız ufak bir sıkıntı vardı, derse yaklaşık yarım saat gecikmiştim, yapacak bir şey yok diyerek kapıyı tıklattım, özrümü dileyip, muallime bir baş selamı verdikten sonra ömrümde yürüdüğüm en güzel, en farklı, en umutlu ve aynı zamanda en umutsuz, en karamsar on metreyi yürüdüm, bunun hikayesi çok daha derin, çok daha çetrefil, neyse, aciz bedenimin dehlizlerinde saklansın şimdilik, belki bir gün... Benim gibi dersi alttan alan çok kişi olduğundan, sınıf hıncahınç doluydu, arkalarda bir yer buldum, oturdum ve kırmızı kapaklı Ison-Wall İktisat kitabının sayfalarından birine, "gerçek bir kişiye yazılan" ilk şiirimi yazdım. İşte giriş kısmında yazdığım beş mısranın hikayesi...

Yazıma çok sevdiğim bir insanı konuk edeceğim. Alelade bir madleni çaya batırıp sonrasında unutuş ve hatırlama bağlamında içinde oluşanları mükemmel bir dille aktaran, dünya üzerindeki en büyük edebi eserin, Kayıp Zamanın İzinde'nin yazarı, yazmaya ve okumaya duyduğum ateşli aşkın en büyük sebeplerinden biri, Marcel Proust.

Pek muteber bir edebiyatçı olan Proust, "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin ikinci kitabı olan "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde" adlı kitabında, "...bununla birlikte, uzaklaşmak etkili de olabilir. O sırada değerimizi bilmeyen gönülde, sonunda bizi görme arzusu, hevesi uyanabilir. Yalnız, bunun için zaman gerekir. Oysa zamana ilişkin taleplerimiz, en az kalbin değişmek için koştuğu şartlar kadar ölçüsüzdür. Bir kere, zaman en zor verebileceğimiz bir şeydir; çünkü ıstırabımız acımasızdır ve bitsin diye acele ederiz. Ayrıca, öteki kalbin değişmesi için gereken zamanı, bizim kalbimiz de kullanacak ve o da değişecektir; öyle ki, hedefimiz artık ulaşılabilir bir hale geldiğinde, bizim için bir hedef olmaktan çıkacaktır. Zaten bu hedefin ulaşılabilir hale geleceği, her mutluluğun, artık bizim için mutluluk olmaktan çıktıktan sonra, mutlaka elde edileceği düşüncesinin, doğru bir yanı vardır, ama tamamen doğru da değildir. Bu düşünce, artık ilgimiz kaybolduğu, ilgisizleştiğimiz zaman bizim için geçerlilik kazanır. Öte yandan, bu ilgisizliğin kendisi, eski talepkarlığımızı ortadan kaldırdığı için, geriye bakıp da bu mutluluğun, eskiden olsa bizi büyüleyeceğini düşünmemize yol açar; oysa belki o eski dönemde, bize çok noksan gelecek olan bir mutluluktur bu. İnsan pek ilgilenmediği bir konuda ne fazla titizdir, ne de iyi hüküm verebilir. Artık sevmediğimiz bir insanın bizim ilgisizliğimiz karşısında iyice aşırı görünen sevecenliği, belki de aşkımız karşısında hiç de yeterli olmayacaktı. O tatlı sözleri, görüşme teklifini, eskiden olsa bizde yaratacağı zevk bağlamında düşünürüz; hemen ardından gelmesini isteyeceğimiz ve belki o açgözlülükle gerçekleşmesini engelleyeceğimiz bütün diğer zevkleri düşünmeyiz. Yani gecikmiş olan, artık tadına varamayacağımız bir zamanda, sevgimiz bitmişken gelen mutluluk, bir zamanlar eksikliği yüzünden onca azap çektiğimiz mutlulukla, tıpatıp aynı olmayabilir. Buna karar verebilecek olan bir tek kişi vardır, o da, o eski zamandaki benliğimizdir; halbuki bu benlik artık yoktur; şüphesiz geri gelecek olsa, mutluluk da, aynı mutluluk olsun olmasın, kaybolup giderdi..." der. Bu benim için benliğimin geldiği son evreyi anlatan muhteşem bir pasaj olarak kayıtlara geçti, tarihin tozlu rafları arasında nevi şahsına münhasır bir yer elde etti. 


Unutmak, hatırlamak ve alışmak. Kaybedilen zamanı yakalamak. Proust'un yedi ciltte yaptığı buydu. Geçmiş her zaman geçip giden zaman demek değildir. Ne zaman böyle olur derseniz, "hatırlama" eylemi gerçekleşince derim. Bu durumda geçmiş aslında gelecek olur. Çünkü onu hatırlar, özlem duyar ve hayal kurarız. Hayal kurmak eyleminin başlangıcı şimdiki zamanda gerçekleşir, fakat derin hülyalara dalındıktan sonra şimdiki zaman yerini gelecek zamana bırakır, kurulan hayaller geçmişin zihindeki belirsiz bir zamanının gösterimi olduğundan mütevellit gelecek yalnızca geçmişin bir yansıması olur. Hayal, yaşanmışlıklar ve özlem aslında birçok zamana yayılmış haldedir, tahayyülümüz, imgelemimiz hangi zamana daha çok yaklaşırsa hayatımız da o an o zamana çekilir. Hatırladıklarımız bizi şimdiki zamandan çıkarıp geçmiş zamana götürür, geçmiş zaman kırbacı eline geçirdikten sonra artık tek hükümdar o olur. Yola devam ettiğimizde ise sağa ya da sola dönmemiz gereken bir yol ayrımıyla karşılaşırız: “alışmak” ve “unutmak istememek” Birinci yol imgelemi fazla zorlamaz (çünkü olayın gerçekleştiği tüm zaman dilimlerinde ziyadesiyle zorlamıştır ve bir şekilde aşılabilmiştir), “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” der ve hayatımıza kaldığı yerden devam ederiz. Lakin unutmak istememek mevzu bahis olursa, işte o zaman zaman kavramları birbirine karışır. Düşünmeye başlayarak şimdiki zamanda oluruz, hatırladığımız -belki de bizde devcileyin yaralar açan- o an ise artık geçmiş zamanın limanına demir atmışız demektir. İşin en meşakkatli ve üzüntülü kısmıdır bu evre. Pişmanlıklarla, keşkelerle dolu bir bataklık gibidir. Kendimize kızdığımız, bağırdığımız zaman geçmiş zamandır, çünkü pişmanlıklar denizi geçmiştedir, henüz yapılmamış bir şey için kendimizi örselemeyiz. Sonucunun hüzün olacağından tastamam emin olduğumuz bir konu yoktur. Varsa bile elimizde her zaman başka seçenekler vardır. Şimdiki zamana ve gelecek zamana bu yüzden daha ussal yaklaşabiliriz. Fakat geçmiş öyle değildir, telafisi de zaman gibidir. Geri gelmez, belki isteneni geri getirebiliriz lakin onsuz geçen zamanı asla geri getiremeyiz. (Herakleitos'un ırmak örneğinde de olduğu gibi.) Zaten çoğu zaman isteneni de geri getiremeyiz. Geçmişin dehlizlerine girdiysek ve onu, yani geçmişi unutmak istemiyorsak, şimdiki zamanda “özlenen ile bir gelecek zaman hayali” planlarız, tamamen varsayımsal; keşkeler ve pişmanlıklar bize yeni bir evrenin kapısını açarlar. Açılan kapıdan tereddütsüz gireriz, fakat her güzel şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardır, tekrardan “gerçek” dünyaya dönmemiz gerekir. Döneriz. Bazen bir sesle, bazen bir dokunuşla, bazen uyanarak, bazen uyuyarak, bazen güneşle, bazen yağmurla, bazen de iki mısrayla: “çünkü dargın havsalamın/gücü yok bazı şeyleri taşımaya” 

Okumak lazım, daha çok okumak, çok daha çok okumak... Bazen dinlemek, bazen konuşmak. Çok dinleyip, az konuşmak. 

Dinlemek demişken, 
Müşfik Kenter - Bir Garip Orhan Veli: 
Explosions In The Sky & David Wingo - Hello, Is This Your House: 
Tom Waits - Dead And Lovely:

Konuşmak demişken, benden, 
İsmet Özel - Kısa Pantolon, Paslı Çakı, Dizde Kabuk Bağlamış Yara
Kısa Çakı, Paslı Pantolon, Gözde Yarası Kalmış Kabuk:

Kırk yaşına kadar öğrencilik yapmış, şayet Sorbonne Üniversitesi'nin yetkilileri ona "Artık öğrenci haklarından yararlanamayacaksınız" dememiş olsa öğrenciliğe ölene kadar devam edebileceğini söyleyen, saygıyla önünde eğildiğim Cioran'la noktayı koyalım: "Toplum oluştuğundan beri, ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme uğramıştır ya da çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir mesleğiniz, isminizin bir alt-başlığı, yokluğunuzun üzerinde bir damga olsun. 'Hiçbir şey yapmak istemiyorum' diye bağırma cüreti kimsede yoktur."

14 Mart 2019 Perşembe

BİR ARKADAŞ


İçselleştirdiğim tüm hezeyanların dönüp bana çarpacağını, tastamam şirazemi kaydıracağını bilemezdim. Bazen bu düşünce içerisine kendimi istekli olarak sokmaya çalışırdım. Fakat hep nasihat boyutunda kalırdı. Sanırım musibete ihtiyacım vardı. Zira bin nasihata yeğdi. Olmazdı, başaramazdım. Ne zaman ki ayan beyan karşımda gördüm, ne zaman ki aynaya baktım ve ayna da bana baktı, o zaman anladım. Aynaya fiziksel özelliklerim için değil, vicdanımın bir yansımasını görmek için bakmam gerektiğini anladım. Dünya ölüme kadar zaman geçirilen bir çeşit hapishaneydi. Hepimizin ölüme kadar müebbet yediği bir hapishane. İntihar edenler ise bu müthiş güvenlikli hapishaneden kaçan kişilerdi.

Hiçbir zaman diğerleri gibi olamadım. Olmaya çalıştım mı? Defaatle. Fakat çabam arttıkça onların da istedikleri insanlar olmadıklarını, insan içine çıktıklarında ikinci maskeleri olan, mutlu yüz maskelerini taktıklarını gördüm. Onları kapalı kapılar ardında görmek, yalnız kaldıkları zamanki halet-i ruhiyelerini gözlemlemek zihnimi ziyadesiyle berraklaştırdı. Beyhude bir çaba içerisinde kayboldum. Gün günden kendimi tükettim.

Kendimi önemsemeyi bırakalı çok zaman oldu. Dolayısıyla toplumsal sorunlar karşısında da hissizleştim. Kendini düşünmeyi ve takribinde önemsemeyi bırakan birey nasıl olurdu da sosyokültürel sorunları düşünebilirdi? Oysa ne çok çabalamıştım insanlara hümanizm namına bir şeyler katabilmek için. Engin Hoca “Zamane” adlı kitabında özerklik ve özgürlük kavramlarının birbirinden farklı şeyler olduğunu, özerkliğin ilk denemelerini ise bir ila üç yaşları arasında gerçekleştirdiğimizi söyler. Bunu çocukluğunda yapamayan birey, diğer bir deyişle ailesel yahut sosyokültürel nedenlerle -çocukken- bastırılan birey büyüdüğünde karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma gibi sıkıntılarla karşılaşır ilerleyen zamanlarda. Ve maalesef bu özerk olamama hali bütün ömrüne sirayet eder. Ailesinde özerkliği tadamayan çocuğa toplumun bu kavramı öğretmesi sizin de tahmin edebileceğiniz gibi çok güçtür. Zira toplumun da çok büyük bir kesimi özerklikten bihaberdir. Bu güçlüğü yenmek için insan nasıl çabalaması gerektiği konusunda epey derin düşüncelere dalıyor. Daldım. Önce aile, sonra yakın çevre ve son olarak toplumun diğer bireyleri... Merkezden çevreye. Zira merkezi halledemezsem temeli sağlam atılmayan bir bina gibi tek darbede yıkılırdı tüm uğraşlarım.
Yolumda emin adımlarla ilerliyordum ki bir şeyi unuttum ve unuttuğum bu şey felaketim oldu. Toplumsal normların ülke bireylerindeki müthiş etkisi, "Elalem ne der?" algısı. İşte bunu unutmuştum. Halbuki tüm sosyokültürel sorunları bu temelde şekillendirmek mümkündü. Zira bireylerin çocuk yaşta özerkliklerini kazanamamasının nedeni onların ebeveynlerinden kaynaklanıyordu. Bu erki kazanamayan ebeveynler de kendi ebeveynleri yüzünden kazanamamışlardı, mamafih kendileri de kazanmak için bir çaba göstermemişti. Belki de ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Görmemişlerdi. Ama sorgulamamışlardı da. Sorunun temeline inerek, o ilk kıvılcımı bulmak gerekiyordu. Ne zaman tüm bu sorunlardan bunalıp, "nasıl geldiyse öyle gitsin" diyecek oluyordum direkt aklıma Nazım ve şu dizeleri geliyordu: "Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/nasıl/çıkar/karan-/-lıklar/aydın-/-lığa..."

Sahi ben hala yanmamış mıydım? Sıra sen ve bize geçmemiş miydi? Tüm çabalarım beyhude miydi yoksa? Bu ne dayanılmaz bir histir, bana aynada kendimi göstermeyen.

Onulmaz dertlerle kendimi sokağa attım. Sigara içmeliydim. Salt içmek yetmez, dertlerim gibi sigarayı da uç uca eklemeliydim. Tünel'den Galata'ya doğru inerken Şahkulu Camii'nden İkindi ezanının sesi geliyordu. Eylül bir gün sonra Ekim'e evrilecekti. Hava kalplerimizden çok daha karaydı. Lakin o er ya da geç aydınlığa kavuşacak, kalplerimiz ise hep karanlık kalacaktı. Ben bu düşünceyi içimde bir yerlerin onayına sunarken gök birden şiddetli bir şekilde haykırdı. Sanırım bana ve düşüncelerime gülüyordu kendine has üslubuyla.

Biz insanlar kendimizi ne çok büyütüyorduk. Her şeyi nasıl da umarsızca kendimize yoruyorduk. Bu düşüncelere dalar dalmaz dinazorlarla ilgili izlediğim bir belgesel geldi aklıma. Günlerden pazardı. Geç kalkmıştım, kahvaltımı ettikten sonra çayımı ve sigaramı alıp televizyonun karşısına geçmiştim. Sahi neden televizyonun karşısına geçmiştim? Ben televizyon izlemezdim. O saçmalıklar turnusolu kutu misafirler eve geldiğinde televizyonu yokmuş demesinler diye annem tarafından süs maksatlı aldırılmamış mıydı bana? Ev alışverişinin son parçasıydı. Şu alışveriş faslı bir bitsin artık da gideyim yatayım diye ses etmemiştim. Biliyordum, laf anlatmaya çalışsam dinletemeyecektim. Ama içimde de açıklanmaz bir sıkıntı duymuştum. Kendime ihanet ettiğimi düşünüyordum. NatGeo'yu açtım. Yaklaşık 60 milyon yıl önce Meksika Körfezi'ne düşen bir meteordan bahsediyordu sunucu. Bu meteor bilmem kaç kilometre etkili olmuş, etrafında canlı varlık bırakmamış, hepsinin ölümüne neden olmuştu. İşte dinazorların da bu hayat tiyatrosunun sahnesinden emekliye ayrılması bu şekilde olmuştu. Olayın çekiciliğine kapılıp bahsettiğim zaman mefhumunu kaçırmamışsınızdır umarım. 60 milyon yıl önce. 60 milyon yıl. 60 milyon... Bazen egolarımızın ve yersiz kibirlerimizin yetmiş yıllık bir yaşantı göz önüne alındığında devcileyin olduğunu düşünüyorum. Bunun temel nedeni ise hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamızdan kaynaklanıyor. O bilinç öyle ya da böyle, bir şekilde çıkıyor beyinlerden.

İşte şimdi Karaköy'deyim. Evden çıktığımda yeni açtığım sigara paketine çakmağım sığıyor artık. Sigara eksildikçe hüznüm çoğalıyor. Karşı kaldırımdan kara çarşaflı bir kadın geçiyor. Henüz yanımdan geçen iki genç o tarafa bakıp alay ediyorlar, 21. yy.'da olduğumuzdan, hala böyle giyinenlerin varlığından dem vuruyorlar. Biraz sonra aynı kaldırımdan mini etekli, üzerine giydiği beyaz tshirtten siyah sütyeni belli olan genç bir kadın geçiyor. Hemen önümde yürüyen uzun sakallı, şalvarlı, elinde tespih olan amca genç kadına bakıp tövbe çekiyor, durumdan muzdarip. Halbuki beş altı adım sonra o genç kadını kaçamak bakışlarla süzüyor ve onun olduğu kaldırıma geçiyor. Soluğunu da hemen arkasında alıyor… Biz hangi ara bu kadar tahammülsüz olduk? Hangi ara karşımızdaki kişileri fiziksel özellikleriyle yargılar olduk? Hangi ara din, dil, ırk ayrımı yapar olduk? Keşke bir ara, ufacık bir ara da olsa insan olabilseydik. Ah Nazım ah! Keşke icraat kısmı da iki üç satırda anlattığın kadar kolay olsaydı. Biliyorum, sen de o satırları yazarken şappadak yazmadın, görmüş geçirmişlik yazdırdı sana onları. Bakma sen bana ve yersiz düşüncelerime.
İnsanların bu toplumda(n) bilinçli olarak yalnızlaşmasını anlıyorum ve onlara ziyadesiyle hak veriyorum.

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...