27 Ekim 2019 Pazar

YAŞAMAK ÜZERİNE



“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini avcılıkla elde ettikleri günlerde çalışmak mutluluk veriyordu; bunun böyle olduğu, zenginlerin eğlenmek için fırsat buldukça atalarımız gibi ava çıkmalarından da anlaşılabilir. Ama insanlık, makinelerin kullanıma girmesi sonucunda tarımla birlikte başlayan bayağılık, üzüntü ve çılgınlık döneminden kurtulmaktadır. Duygusallar, toprakla iç içe olan Hardy'nin filozof köylülerinin olgunluklarından söz açabilirler, ama köy delikanlılarının tek dileği, rüzgâr, yağmur ve kış gecelerinin yalnızlığına köle olmaktan kurtulup sinema ve fabrikanın daha insancıl ve güvenilir ortamına sığınmaktır. Sıradan bir insanın mutlu olabilmesi için, dostluğa ve dayanışmaya gereksinimi vardır; bunlar ise sanayide, ekip biçmekte olduğundan çok daha kolaylıkla elde edilebilir.”

Russell’ın yukarıdaki pasajın da içinde bulunduğu Mutlu Olma Sanatı adlı kitabı 1930 yılında yayımlandı, yani bundan yaklaşık 90 yıl önce. Russell’in söylediğine göre o zamanlarda tarım artık yaşamdan bir nevi kaçmak, bu mecburiyetten kurtulmak anlamına geliyordu. Pasaja bakıp bugünle o zamanı kıyaslarsak ne gibi sonuçlarla karşılaşırız acaba? O günün tarım işçisi bugünün beyaz yakalısına benzemiyor mu sizce de? Özellikle ilk cümle çok manidar, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmak deyiminden bahsediyorum. Birisi bana bu ülkede kaç kişinin sevdiği işi yaptığını söyleyebilir mi? Sabahın köründe uyanıp Bukowski’nin de söylediği gibi birilerini zengin etmek için çalışmak ne denli mantıklı? Peki mantıklı değilse bu kadar insan neden hala sevmedikleri işlerde çalışıyor? Cevap mecburiyetse kolaya kaçıyoruz demektir. Tamam mecburiyet mecburiyet olmasına da neden? Daha derine inmemiz lazım gibi geliyor bana. Mesela yetiştirilme tarzımıza, mesela üniversite seçimine, mesela hayatta bulunmak istenen yere…

Eğitimin aileden başlayıp ölene kadar sürdüğüne inanan bir insanım ben. Önceki yazılarımın birinde anlattığım özerklik kavramına götürüyor bizi bu sorun. Birey olabilmek adına attığımız ilk adımları çocukluğumuzda, 1-3 yaşları arasında atıyoruz. Sonrasında ise bu emin(!) adımlar bizim gelecekteki yaşantımıza yön veriyor. Çoğunluğumuzun modern köle olarak yaşadığını düşünüyorum. Sabahın köründe kalkıyoruz, sevmediğimiz bir iş için -mutlu azınlığı tenzih ediyorum- onca yol gidiyoruz, 8-9 saat sevmediğimiz bir iş yapıyoruz, zamanı öldürüp gerisingeri evlerimize dönüyoruz. Ertesi gün yine aynı terane. Biraz şanslıysak hafta sonu tatil yapıyoruz, değilsek haftada bir gün tatille yetinmek zorunda bırakılıyoruz. Ne güzel bir yaşantı değil mi? İşimizi yaşamak için, aş için sevmek zorundayız. Yoksa aç kalacağız. Oysa sevdiğimiz bir işi yapsak böyle mi olurdu? Kapının eşiğinden attığımız adımları huşuyla, zevkle atsak… Bu durumdaysak eğer yapabilecek çok fazla bir şeyimiz yok, aslında var ama yok. (Başlık olarak yok, içerik olarak var demeliyim sanırım) Bu ahval içerisinde iki şey yapılabilir bana kalırsa; ya sebat edip ve sonrasında çok çalışıp, didinip sevdiğimiz işi yaparız. Ya da Nietzsche’nin Ecce Homo’da söylediği gibi (Amor Fati) yazgımızı severiz. Maalesef biz insanlar çözüm bu kadar açıkken hiçbirini seçmiyoruz. Sevdiğimiz işi yapmak için çabalamadığımız gibi yazgımızı da sevmiyoruz. Bu ikisinden birini yapmak yerine söylenmeyi, yakınmayı seçiyoruz. Seçiyoruz çünkü bu seçenek -kaldı ki seçenek bile değil aslında- kolayımıza geliyor. Hal böyle olunca da ömrü rayına oturtamayıp muğlakta geçiriyoruz. Ne mutlu olabiliyoruz, ne de seçim yapıp -ve risk alıp bir şeyler yapamadığımız için- mutsuz olabiliyoruz. Aslında bilmiyoruz, hayalimize ulaşmak için çabalarken bir şeyleri kaybetmemiz içinde bulunduğumuz durumdan çok daha iyi, en azından çabalarken mutlu oluyoruz. Galiptir bu yolda mağlup dememiş atalarımız boşuna. Etrafımdaki insanlar çalışma şartları benimkinden çok daha iyi olmasına rağmen mütemadiyen yakınıyorlar. Başka işe gir diyorum, uğraşamam diyor, neden söyleniyorsun o zaman diyorum, cevap yok. Gerçekten bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyorum. Biraz argo olacak belki ama, ya bu deveyi güderiz ya da bu diyardan siktir olup gideriz. Durum tam olarak bundan ibaret. Söylenmek, yakınmak bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, bizden çok fazla şey götürür, her şeyden önce söylendiğimiz zamanı götürür, ki zaman şu fani dünyadaki en önemli şeydir, sonra psikolojik olarak bizi etkiler, günümüze sirayet eder ve mutluluğumuzu emer. Evet, mutlu olmadığımız işi yapmak gerçekten şu dünyadaki en kötü şeylerden bir tanesidir, lakin bunu tersine çevirmek bizim elimizde. Çabalayıp, çok daha fazla çalışıp ibreyi kendimize çevirebiliriz. Beceremiyorsak da söylenmek yerine yazgımızı sevmeliyiz, inanın bu her şeyi daha kolay bir hale getirecektir.

Birkaç gün önce Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun konserine gittim. Livaneli’nin Eski Tüfek (Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli) adlı parçasını seslendirdikleri sırada derin düşüncelere daldım (rahmetli Hasret Gültekin de iyi okurdu bu parçayı, ruhu şâd olsun, her güzel şeyi katlettiğimiz gibi maalesef onu da katlettik), şu sonuca vardım, gerçekten de harcanıp gidiyor ömür dediğin. Mesele bu kısa yolculuğu anlamlı kılabilmekte. Nasıl yapacağız bunu peki? Bana kalırsa yazgımızı severek. Kabullenmek çok büyük bir erdemdir. Eğer elinden bir şey gelmiyorsa bu erdeme sahip olmalısın. Her şeyi kabullenip hiçbir şey yapmamaktan söz etmiyorum tabii ki. Hayata bir kere geliyoruz, bu kısa ömrü yakınarak geçirmek kimsenin yararına olmayacaktır. Küçük şeylerle mutlu olabilmek lazım. Mesela siz hiç parayla huzur satın aldınız mı? Peki bunu küçük bir meblağ ile yaptınız mı? Paragrafın başında bir konserden bahsettim size, işte ben o konsere giderek bahsi geçen huzuru satın aldım. Hem de çok ufak bir meblağ karşılığında. Hayat her şeyi kafaya takıp dertlenecek kadar uzun değil, inanın buna.

Önem verdiğim bir hususa değineceğim şimdi. Bilinçli yalnızlığa. İnsan yalnız kalabilmeyi, kendine yetebilmeyi becerebilmelidir. İnsan yalnız başına konsere gidebilmeli, tiyatroya gidebilmeli, güzel bir manzaraya karşı kitap okuyup müzik dinleyebilmelidir. Yapılan aktiviteler için her seferinde bir arkadaşa ihtiyaç duymak kendimizi dinlememizi engeller. Kaldı ki günümüz dünyası homojen değildir. Yani canımız her istediğinde müsait bir arkadaşımızı bulamayabiliriz. Bu durumda canımız dışarıya çıkmak isterken müsait bir arkadaşımız yok diye neden kendimizi frenlemek zorunda olalım ki? Şahsi kanaatim yalnızlığa gereken önemi vermediğimiz yönünde. Yalnızlığın kıymetini bilmiyoruz. Bahsettiğim yalnızlık hayatımızın tamamını yalnız geçirmek değil, zaten böyle olmamalı da, psikolojik olarak iyi bir şey değil bu. Ama istediğimiz zaman da yalnız kalabilmeliyiz.

Aslında çok daha geniş kapsamlı bir konu bu lakin imkanlar imkansız. Genelde vakit bulamıyorum, vakit bulunca da kafamı toparlayamıyorum. Bir yaşantıdır gidiyor. Dünya kale alınacak kadar önemli bir yer değil. Var olmak da matah bir şey değil. Üzgünüm ama ne ben ne sen ne de o, hiçbirimiz değerli varlıklar değiliz. İnsan demek hata demektir, insan demek nefis demektir, insan demek riyakarlık demektir. Bu dünya rezil, iki yüzlü insanların yaşadığı bir boşluktan başka bir şey değil. O yüzden çok da kale almamak lazım. Sevdiğimiz, yapmaktan hoşlandığımız şeyleri yapıp gerisini koyvermek en güzeli. Zaten emrivakilerle kurulu bir hayat ne kadar güzel, ne kadar manalı olabilir ki? Uyumak zorundasın, yemek yemek zorundasın, bir sürü şeyi sevmesen de yapmak zorundasın; hiçbir şey tam olarak elinde değil. Ne kadar hakim olabilirsin ki yaşama? Kendi yaşantın olsa bile ne kadar hükmedebilirsin hayatına? Yalnızlık bu yüzden de güzel. Kimseye minnet eyletmiyor seni. Canın nasıl isterse öyle yaşıyorsun. Dünyaya niçin geldik, ne diye yaşamaya devam ediyoruz diye sordunuz mu kendinize? Sorguladınız mı hiç hayatı ve diğer argümanları? Ben sorguladım, hatta öyle sorguladım ki sizin yerinize bile sorgulamış olabilirim. Şu hayata beni bağlayan yegane şey bilmek istenci. Ve dolayısıyla okumak, okumak ve daha çok okumak. Bir işe yarayacağından ya da insanlardan ve diğer fuzuli etkenlerden kurtulacağımdan değil, zaten bu hayattan kurtulmak fiili olarak ölmek demek oluyor. Ama asıl çözüm hiç doğmamış olmak. Bu dünyada hiç nefes almamış olmak. O bile senin elinde değil. Bu ahvalde nasıl ideal bir yaşantıdan söz edilebilir? Çok fazla dallandırıp budaklandırmadan burada nihayete erdiriyorum ağzım yerine beynimden çıkan cümlelerimi. Gitmeden önce de bir güzellik bırakıyorum hepimize,

Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram: https://www.youtube.com/watch?v=Zlwe-mzDbVc

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...