9 Kasım 2018 Cuma

Üç Maymun

Bütün mesele yol.
Yolda olmak bütün mesele.
Kaç kilometre arşınladın bir bilinmeze
Kaç gönlü tahtsız bıraktın
Kaç kere düştün kaderin amansız ağına
Canlı kanlı duruyor resimler tüm çıplaklıklarıyla
Sual olunmaz bilinmezin parmaklıklarından
Heybe haddince dolmalı diyor bilge
Beylik bir laf gibi geliyor aciz bedenlere
Halbuki dönüp şefkat cümlesi olacak her birine.
Bilmiyor insanlar bilmiyor
Senin de bir nefis taşıdığını
Ve vermeye imtina ettiğini tüm insanlığa
Köşedeki bakkal da bilmiyor.
Nasıl açılır olacak süreçler?
Dillerde bir kardeşlik türküsüdür gidiyor
Oysa zerre-i miskal çaba sarfetmiyor bünyeler.
Destanlar yazdırır derinliği gözlerinin
Yüzme bilmek çare değil.
Zira ufak bir kırampa bakıyor şehadet
Görmüyor insanlar görmüyor.
Senin de bir takatin olduğunu
Ve pes etmek için ufak bir lahza kolladığını.
Köşedeki bakkal da görmüyor.
Oysa sofrandaki aşta emeği var varlığının.
Sürelim süreçleri bilinmez diyarlara, umarsız yarınlara.
Sürüngen olsunlar ayaklar altında.
Sürtündüğüyle kalsın tüm batıl inançlar
Mecal bulacakken bir darbe de onlara indirelim.
İnançların yitip yılanın bin yaşadığı dünyaya 
Fazladır filizlenmiş çiçekler
Naçar bir sual bilinçlerde.
Üretmek kaygısı güdüyor
Şeffaflıktan muaf beyinler.
Duymuyor insanlar duymuyor
İçindeki hüsn-i zanın sesini
Ve her dem sarsıldığını.
Köşedeki bakkal da duymuyor.
Körleşmiş sistemin vurdumduymazlığıdır bu
Varsın bilmesinler,
Varsın kördüğüm olsun zihinler.
Susmak nedir
Ve
Bastırılmak neye denir?
Yıldızları yutan aydınlıkların
İnsanoğlunu kararttığını öğrenirsin bir gece vakti.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Yönetilemeyen Beklenti

Jean-Jacques Rousseau, 1754 yılında, "İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma" adlı eserinde, "Acaba herkesin düşünmeye alıştığının tam tersi olmasın?" diyordu. Diyordu çünkü çağdaşlarının -ve ondan önce dünyaya gelip bu konu hakkında görüş bildirenlerin- büyük bir kısmı modern dünya tarafında görüş birliğine varıyordu. (Hatta Rousseau'dan yirmi iki yıl sonra Adam Smith "Ulusların Zenginliği" adlı kitabında modern toplumların inanılmaz boyutlara ulaşan üretkenliğiyle, ilkel toplumların kısır kaynaklarını karşılaştıracaktı) Rousseau devam ediyordu, "İlkel işçi ile modern işçi karşılaştırmasında ilkel işçi daha zengin olmasın?"

Rousseau'nun bunu söylemesindeki en önemli sebep aslında insanların zenginlik kavramından ne anladığıyla ilintiliydi. Zenginlik maddi anlamda çok fazla göreceli değildir belki ama olaya hem madden hem de manen bakarsak görecelidir. Neden? Çünkü zenginlik salt parayla ölçülebilecek bir değer değildir. İnsanlar parasal anlamda zengin olmayabilir hatta beş kuruş paraları da olmayabilir. Ama baktığınız zaman onları çok mutlu görürsünüz. Birçok mutsuz olan zengin insan bu kişilerin mutlulukları karşısında hayrete düşer. Rousseau savına şöyle devam ediyor, "İlkel ve yabanıl işçi en azından başını sokacak bir yuvası varsa, yiyecek birkaç elma ya da fındık bulabiliyorsa, akşamlarını ilkel bir enstrümanla müzik yaparak ya da keskin taşlarla bir balıkçı kanosu yontarak geçirebiliyorsa, bu dünyada  hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünebilirdi pekala." Düşünebilir ve modern işçinin güldüğü, belki aşağıladığı kıt kaynakla mutlu olurdu. Çünkü modern toplumların inanılmaz beklentilerine ihtiyaçları yoktu mutlu olmak için. Çoğunun -değil beklenti içine girmek- beklentinin kelime anlamını bilmediğini düşünüyorum.

Bu satırları yazmadan birkaç hafta önce başıma bir olay geldi. Kuvvetle muhtemel benzerlerini sizler de yaşamışsınızdır. Mahalle bakkalından sigara almak için evden çıktım. Bir dakikalık bir mesafeyi yürüdükten sonra bakkala vardım. İçerisi biraz kalabalıktı. Sadece sigara alacağım için malzemelerinin parasını ödemeyi bekleyenlerin hemen arkasına geçtim. Hepsi işini gördü ve sıra bana geldi. Tam "Bir tane kısa Parliament  verir misiniz?" diyecek oldum, arkadan gelen, buraya dikkatinizi çekiyorum, bakkala henüz giren bir kadın kasa yanından alelacele bir şey alıp, "bu ne kadar?" dedi, bakkal sahibi ürünün fiyatını söyledi, yandan parasını verdi, çekti ve gitti. Şimdi baktığınız zaman çok mühim bir hadise değilmiş gibi duruyor olabilir ama işin aslı öyle değil. En basitinden insanların (benim ve arkamdaki birkaç kişinin) hakkına girmek. Dini inancınız olmayabilir, kul hakkına inanmayabilirsiniz, lakin en azından adab-ı muaşereti bilmelisiniz. Gün içerisinde bu tarz durumlarla o kadar sık karşılaşılıyor ki, kimse sesini çıkarmayınca aynı kişiler bu rezilliği birçok kişiye taşıyor bir virüs gibi. "O yapıyor, ben neden yapmayayım?" mantığıyla ilerliyor süreç. Varmak istediğim asıl mesele ise ne kul hakkı ne de adab-ı muaşeret. Varmak istediğim asıl mesele, insanların her şeye acelesinin olması. Rousseau'nun bahsettiği ilkel zamanda insanlar zamanı yayarak yaşıyorlardı. Evlerinde yahut barakalarında saat vb. zaman göstergeleri yoktu. Her şeyi zamana yayarak yapıyorlardı. Çünkü ne yetişecek bir yerleri vardı ne de yetiştirilecek çok önemli işleri. Onlar her şeyi zamana yayarak yapabiliyorlardı, o işin uzun zamana yayılması onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Mamafih bizler, zamana o kadar değer veriyoruz ki, aman bir saniyemiz boşa geçmesin diye düşünüyoruz. Ne hikmettir tüm bunlara rağmen beklentilerimizi de ayyuka çıkarıyoruz. (Hepsine yetecek zamanımız varmış gibi.) Fakat yine ne hikmetse o beklentilerin hiçbirini tam anlamıyla gerçekleştiremiyoruz. Hepsi yarım yamalak, bölük pörçük oluyor. Ve bu da bize kendimizi, hayatımızı, ideallerimizi sorgulatıyor. Sonra psikolog yolları arşınlayan personalar olup çıkıyoruz.

William James, "Beklentilerimizdeki artışlar, aşağılık hissi duyma riskini de artırıyor." der. Çünkü beklentilerimizin hepsini gerçekleştirmemiz olanaksızdır. Gerçekleştiremediğimiz beklenti ise aşağılık hissini beraberinde getirir. "Kendimize saygımızı artırmamız için ise iki yol var: ya daha fazla başarı elde etmeye çalışacağız ya da beklentilerimizin sayısını azaltacağız." Ben başarı elde etmek için uğraşmayı reddediyorum. Aslında uğraşmayı değil, hayatın büyük bir çoğunluğunu başarıya adamayı reddediyorum. Çünkü bu dipsiz bir kuyu, ucu bucağı yok. Biri biter nur topu gibi bir tane daha doğar. O biter, bir diğeri daha doğar. Erkin Koray'ın da dediği gibi, "Biri biterken öbürü de başlar, vermesin Allah." James, "Beklentilerden vazgeçmek, en az onları yerine getirmek kadar ferahlatıcı bir yoldur. Kişi, bir konuda aslında bir hiç olduğunu kabul ettiği an yüreğinde tuhaf bir hafiflik ve ferahlık oluşur. Daha genç ya da daha zayıf olmak için kıvranıp durmaktan vazgeçtiğimiz gün, çok rahatlarız, keyfimize diyecek yoktur. 'Tanrı'ya şükür' deriz içimizden, 'kendimi kandırmayacağım artık.' kişinin kendi benliğine yüklediği her şey, bir başarı olmanın yanı sıra, bir yüktür de aslında." der. Beklentilerimizi kalbimizin de yardımlarıyla hiyerarşik bir sıraya koymalı, gerçekten en çok istediklerimizi yapmak için çaba harcamalıyız. Üst sıralarda kendine yer edinemeyen beklentileri ise lüzumsuz bir kağıt gibi buruşturup tek hamlede çöp kutusuna atmalıyız. Bunu yaparsak, beklentilerimiz, gerçekleşmeye başladıkları zaman asla onları üstünkörü olarak adlandıramayacağımız bir hale gelecekler, hiçbir kısımları, parçaları yarım kalmayacak. Bekara karı boşamak gibi geliyor olabilir bazılarınız için fakat inan edin öyle değil. Ben de üniversite zamanlarımda böyle bir bireydim. Yaş geçtikçe insan kendini daha fazla realist olmak zorundaymış gibi hissediyor sanırım. Hissetmekle kalmayıp kendini de icraata zorluyor aynı zamanda.

Yüzyıl ilerledikçe aslında daha beter hale geliyor beklenti gailesi. Aslında beter hale gelen tam olarak beklenti değil, beklentileri yönetememek. Çok merak ediyorum, 19. y.y.'ın ikinci yarısında beklenti hakkında yukarıdakileri söyleyen James acaba günümüzde hala yaşıyor olsaydı "21. y.y.'da beklenti" hakkında ne söylerdi? İnsanlar daha mutlu olacaklarına inandıkları için hayaller kuruyorlar, devam eden süreçte hayal ettiği şeyi bir değer olarak görüp beklenti havuzunun içine atıyorlar, havuzun içine atıyorlar çünkü, daha önceki hayallerinden kalma beklentileri koyacak yerleri yok, hepsini aynı havuza toplayınca işin içinden daha kolay çıkacağına inanır hale geliyorlar maalesef. Fakat biraz zaman geçip de havuzun taşmak üzere olduğunu görünce, hepsini yapmaya gücünün yetmeyeceğini düşündüğü an "karalar bağlamak" zamanı geliyor; zamana yakınma, kendini değersiz görme, mutsuz olma, depresif ruh hali v.b.

İnsanlar bulundukları sosyo-kültürel, maddi ve manevi durumlarda gerçekleştirmeleri zor olan şeyleri devinen yeni güne dair umutlar misali düşlerler, o zor olan şeyleri bir şekilde gerçekleştirdiklerinde bu inanılmaz bir tatmin duygusunu da beraberinde getirir; mamafih belli bir zaman geçtikten sonra, bulunulan sosyo-kültürel yapı, maddiyat ve maneviyat olumlu anlamda değişebilir, bu değişim sonrasında ise bir önceki evrede onlara gerçekleştirilmesi zor gelen şeyler artık bulundukları -değişen- konum sayesinde gerçekleştirilmesi kolay şeyler haline gelirler ve o eylemleri gerçekleştirmek bu saatten sonra kişileri cezbetmez hale gelir. Aslında düşlenen şey aynı da olsa artık konjonktür değişmiştir, müfredatın yeniden gözden geçirilmesi, önceki ideallerin yenileri ve gerçekleştirilmesi daha zor olanlarıyla değiştirilmesi gerekir, çünkü tatmin duygusu bir önceki ahvalden daha farklı bir hale gelmiştir artık. Devam eden süreçte kişiler bulundukları konumları da düşünüp yeni bir "gerçekleştirmesi zor" olan eylem planı yaparlar, bütün enerjilerini yeni filizlenen ideallerine adarlar, belli bir zaman geçip de yeni çağın zorunu -da- elde ettiklerinde ise bir önce gerçekleştirilen zora göre daha az tatmin olduklarını anlarlar, dile getiremeseler de içlerinde bir yerlerde bunun acısını duyumsarlar. Bu süreç böyle sürüp gider ve her yeni "gerçekleştirilmesi zor" bir önceki "gerçekleştirilmesi zor"dan daha az haz verir hale gelir. Hal böyle olunca, insanların sevinç, tatmin, haz gibi duyguları eskiden bulundukları ahval ile ters orantılı olarak ilerler. Aslında bu bir çeşit doyumsuzluk halidir. İnsan her geçen gün yeni bir şeye heves eder, elde ettikçe hevesi de doğru orantılı olarak artar, fakat bu tatmin hiçbir zaman ilk eylemi gerçekleştirdiğinde duyduğu tatmin kadar yüksek olmaz.

Yukarıdaki paragrafta "gerçekleştirilmesi zor" demek yerine beklenti demeyi seçseydim çok bir şey değişir miydi? Bütün söylediklerim beni mecbur istikamet misali konunun başlığı olan, "Beklentilerin Yönetilmesi"ne getiriyor, aslında konunun başlığı beklenti sorununun da çözümü, fakat bunu gerçekleştirmek -hele şu anki konjonktürde- o kadar kolay mı? Değil. Ama bir yerden de başlamak gerekiyor. Ne kadar yaşayacağımızı bilmediğimiz şu garip dünyada zaman gerçekten kıymetli bir mefhum. Değerini bilmezsek ileride karşımıza devcileyin bir pişmanlık olarak geri dönecek üstelik.

Peki insan beklenti batağından nasıl kurtulur? Beklenti denilen bu dipsiz kuyu nasıl yönetilir? Bu sorular, genelgeçer olmayan, cevapları kişiden kişiye göre değişen sorulardır. Bana kalırsa insan yalnızca sonucunda mutlu olacağına kalpten inandığı şeyleri gerçekleştirmeli. Akıl süzgecinin sıra numarası verdiği fakat kalbin süzgecinden geçirmediği beklentiler direkt kapı dışarı edilmeli bana kalırsa. James'in şu sözlerine canı gönülden katılıyorum: "Beklentilerden vazgeçmek, en az onları yerine getirmek kadar ferahlatıcı bir yoldur. Kişi, bir konuda aslında bir hiç olduğunu kabul ettiği an yüreğinde tuhaf bir hafiflik ve ferahlık oluşur. Daha genç ya da daha zayıf olmak için kıvranıp durmaktan vazgeçtiğimiz gün, çok rahatlarız, keyfimize diyecek yoktur. 'Tanrı'ya şükür' deriz içimizden, 'kendimi kandırmayacağım artık.' kişinin kendi benliğine yüklediği her şey, bir başarı olmanın yanı sıra, bir yüktür de aslında."

Velhasılıkelam, ömrün kıymetini bilmek lazım sayın okur, bunu bahşedilen yaşama minnet olarak algılamayın, ömrün kıymetini bilmek ve sonrasında bildirmek için kalabalıklar aramayın, insan bir kar tanesi kadar yalnızken de ömrünün kıymetini bilebilir; okuduklarıyla, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, gördükleriyle, hatta görmedikleriyle bile, nihayetinde, kar taneleri de toprağın merhametli kollarına düşerler (toprağa düşen o kar tanesi belki bir gün içtiğin suya, içtiğin su dışkına, dışkın da... daha fazla diyalektik materyalizme bağlamadan konuyu nihayete erdireyim en iyisi) ve diğer kar taneleriyle toprağın merhametli kollarında birleşip -günümüzde "beyaz çile" denilen- bir "güruh" oluştururlar.

Selam olsun o ayrıksı güruha!


YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...