26 Şubat 2019 Salı

MELALİ ANLAMAYAN NESLE AŞİNA DEĞİLİZ

Hüznün sırrını yaydığı karanlık, kasvetli, ser verip sır vermeyen elemli havalarda, ziyadesiyle, ölüm sancısıyla yoğruluyordum; adı konulamayan bir gaileydi bu, sebebi bilinmeyen; hüzünle beslenen bir huzursuzluk hali. İnsanlar bu durumda olan kişilerin sağlıklı olmadıklarını ve ivedilikle tıbbi yardım almaları gerektiğini söylüyorlardı, mamafih ben bunu hiçbir zaman doğru bulmadım, insanların söz birliğine varmışçasına klinik kapılarını işaret etmeleri ezelden beri tuhafıma gitmiştir, sanıyorum bu kanıya varmamdaki en önemli faktör psikiyatristleri mutlak bir inançla bekara karı boşamakla suçlamam, siz insanlar buna önyargı diyebilirsiniz, belki haklısınızdır da, lakin ne önemi var? Ben, halet-i ruhiyemin benliğime yaşattığı onulmaz buhranlarda bir beis görmedim hiçbir zaman, üstelik çoklukla, bu durumun yaratıcılığımı arttırdığına şahit oldum. Hal böyleyken, işimin de yaratıcılık gerektirdiği düşünüldüğünde, yaptığım eylemin, daha doğrusunu söylemek gerekirse, eylemsizliğin, işime geldiğini yadsıyamam. İnsanların yanıldıkları husus, bu dünyaya herkesin mutlu olmak için geldiğini düşünmeleri, bense herkesin mutlu olduğu bir dünyayı düşünmek dahi istemiyorum. Üstelik derdi olmayan insan hiçbir zaman üretmek kaygısı gütmez, elde olanla yetinir; şayet herkes mutlu olsaydı, kimse ne Proust’u ne Pessoa’yı ne de Celine’yi tanırdı.

Haftanın ilk günü. Bazı insanlar bu güne bir çeşit sendrom olarak bakıyorlar, çünkü ne sevdikleri işte çalışıyorlar, ne de çalıştıkları işi seviyorlar. Benim için ise haftanın ilk gününün haftanın herhangi bir gününden farkı yok. Hayatımı idame ettirebilmem için çalışmak zorundayım, öyleyse çalışıyorum, hepsi bu! Üzgünüm, Bartleby yalnızca bir roman kahramanı… Düşünmek bir bataklıktır, bu bataklığa adımını attığın an gün günden daha da içine saplandığını ayrımsarsın ve bir zaman sonra kafanı yukarı kaldırdığında gökyüzü yerine namütenahi bir karanlık görürsün... Hayatı idame ettirebilmek için çalışmak; çalışmak için yaratmak; yaratmak için de düşünmek gerekiyordu, en azından benim içinde bulunduğum durumda. Haftanın ilk günü. Müdürün odası. “Oruç, kötü görünüyorsun, neyin var?” Hislerim olmasaydı bu soruyu beni düşündüğü için sorduğuna inanırdım. “Sanırım bir çeşit depresyon, önemli değil.”, “Psikiyatrist bir arkadaşım var, istersen numarasını vereyim, görüş.” Hislerim olmasaydı bu soruyu da beni düşündüğü için sorduğuna inanırdım. “Teşekkür ederim, lüzum yok.”, “Bu hafta sonuna kadar bir metin yazılması gerekiyor, bir tek sen boştasın, bu durumda yazabilecek misin?” Hislerim var. “Ne hakkında yazacağım?”


Hafta sonu gelip çatmıştı, yaratıcılık isteyen bir metin yazmam gerekiyordu ve ben henüz bir cümle dahi yazmamıştım; hava yine kasvetli, yine buhranlıydı, ceviz ağacından yapılmış masamda iki ebedi dosta ihtiyaç vardı, sigara ve kahve, bugün dostluklarına her zamankinden daha fazla ihtiyacım olduğu aşikardı... Metin Ludwig Wittgenstein ile ilgiliydi, felsefeye kattığı yenilikler ve hayatıyla ilgili birkaç sayfa yazmam gerekiyordu. Dışarıdan bakıldığında insanlar, haklı olarak, bu denli bir konuda yaratıcılığın ne önemi var diyebilirler, fakat benden istenenin ne olduğunu tam olarak anlamadan bu tarz önyargılara varılmaması gerektiğini düşünüyorum; yaratıcı olmam gereken husus, metnin herkes tarafından bilinen bilgilerle donatılmaması gerekliliğiydi, belli başlı bilgileri verecek ve -en azından- son paragrafta ilginç olan birkaç bilgi daha verecektim ve aynı zamanda, henüz didiklenmemiş birkaç da çıkarımda bulunmam gerekiyordu. Giriş ve gelişme kısmını genel anlamda "Tractatus" ve öteden beriden topladığım makalelerdeki bilgilerle doldurduktan sonra son paragrafa geldim, sonuç kısmı, yaratıcılık ve çıkarım gereken kısım; insan bir kere düşünme batağına düştü mü yaratıcı olmaması için hiçbir neden yoktur. Ailesinin bütün servetini terk edip bir köyde öğretmenlik yaptığı geldi aklıma, fakat bu para etmezdi, çok bilindikti; ustalarını düşündüm, Russell ve Frege’yi, buradan da gidemezdim, zira “daha önce bu konular hakkında onlarca yazı yazılmıştır zaten” diye düşündüm. Sonra havanın kasveti ve metni bitirememenin sıkıntısı üzerime çökmüş olacak ki camı açmak için yerimden kalkıp pencereye doğru yöneldim, camı açtım, biraz hava aldım, bu kadar hava yeterli deyip metne dönmeye karar verdim, tam o esnada karşımda daha önce hiç dikkat etmediğim bir tabela gördüm: “Paul’s Coffee” Paul’s… Coffee… Paul’s… Paul… “Tabii ya, Paul!” diye ünledim, biraz sesli ünlemiş olacağım ki, çalışma arkadaşlarımdan birinin -kim olduğunu kestiremedim-, “bu da iyice delirdi!” dediğini duydum. Böyle hakaretamiz bir tepkiye güleceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Aslında ben, tepkiden ziyade tepkinin havsalamda yarattığı imgeleme gülmüştüm, yüzlerindeki ifadeden gülmeme şaşırdıkları anlaşılıyordu, zira ilk defa böyle bir cümle karşısında kayıtsız kalmıştım. Her ne kadar dile getirmeseler de insanlar maske takmayan kişilerden haz etmezler. Samimiyetten oldum olası hoşlanmamışımdır. Bunun en büyük gerekçesi ise -tecrübeyle sabit olmakla beraber- insanlardı, yüzlerine ufacık bir gülmeyegör, hemen su koyverip ciddiyeti elden bırakıyorlardı, sonra ayıkla pirincin taşını… Hal böyleyken bana karşı hüsnüzan etmediklerini anlamak zor değildi. Aklım kimin söylediğini anımsayamadığım o cümleye takılmıştı, “bu da iyice delirdi.” Delirdi... Paul da delirmişti. Yerime oturduğumda yaratıcılık gereken son kısmı nasıl dolduracağımı bulmuştum. Thomas Bernhard’ın “Wittgenstein’ın Yeğeni” adlı kitabı bana bu yolculuğumda refakat edecekti, aslına bakarsanız, Bernhard ve kitabından ziyade, arkadaşı, Ludwig Wittgenstein’ın yeğeni Paul refakat edecekti. Kitapta iki arkadaşın Paul’un amcası Ludwig ile ilgili çok konuşmadıklarını anlatıyordu Bernhard, işte yaratıcılık da tam olarak burada devreye girecekti. Girdi de. Bernhard, Ludwig ve Paul üçgenine farazi birkaç detay ekledim, yazıyı tamamladım ve müdüre teslim ettim. Yarım saat sonra gülen gözlerle odasından çıkan müdürün masamın önüne doğru yürüdüğünü ayrımsadım, belli ki söyleyecek bir şeyi vardı: “Bu kadarını beklemezdim Oruç,” dedi, halinden memnun bir ses tonuyla, “iyi iş çıkarmışsın.” Kafamı bilgisayarın ekranından kaldırdım, sigaramdan bir nefes aldım ve onu kül tablasıyla aşk etmek üzere azat ettim. Müdür ve otuz iki dişi karşımdaydı, kendimde, ağzımı açıp kelam etme konusunda herhangi bir istek görmediğim için, alelade bir kafa selamı verdim; bu, “önemli değil, şimdi beni rahat bırak” demekti. Haftanın başında kötü göründüğümü düşünüp sıkılgan bir ses tonuyla psikiyatrist bir arkadaşına görünmemi salık veren müdür, haftanın sonunda, salık verdiği arkadaşına gitmemeyi tercih ettiğim için (yoksa, Bartleby?) bu denli mutlu olabilmişti. Benim hüznüm onun mutluluğu olmuştu. Bilmiyordu, şayet salık verdiği psikiyatrist arkadaşına gitseydim hala somurtuyor olacaktı. Ses çıkarmadım. Halinden memnun, gülüyordu, benden ve yarattığım metinden de memnundu, bendeyse, devcileyin bir ait hissetmeme duygusu hasıl olmuştu. Tarih tekerrürden ibaretti, en azından bu ofis içinde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...