27 Ekim 2019 Pazar

YAŞAMAK ÜZERİNE



“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini avcılıkla elde ettikleri günlerde çalışmak mutluluk veriyordu; bunun böyle olduğu, zenginlerin eğlenmek için fırsat buldukça atalarımız gibi ava çıkmalarından da anlaşılabilir. Ama insanlık, makinelerin kullanıma girmesi sonucunda tarımla birlikte başlayan bayağılık, üzüntü ve çılgınlık döneminden kurtulmaktadır. Duygusallar, toprakla iç içe olan Hardy'nin filozof köylülerinin olgunluklarından söz açabilirler, ama köy delikanlılarının tek dileği, rüzgâr, yağmur ve kış gecelerinin yalnızlığına köle olmaktan kurtulup sinema ve fabrikanın daha insancıl ve güvenilir ortamına sığınmaktır. Sıradan bir insanın mutlu olabilmesi için, dostluğa ve dayanışmaya gereksinimi vardır; bunlar ise sanayide, ekip biçmekte olduğundan çok daha kolaylıkla elde edilebilir.”

Russell’ın yukarıdaki pasajın da içinde bulunduğu Mutlu Olma Sanatı adlı kitabı 1930 yılında yayımlandı, yani bundan yaklaşık 90 yıl önce. Russell’in söylediğine göre o zamanlarda tarım artık yaşamdan bir nevi kaçmak, bu mecburiyetten kurtulmak anlamına geliyordu. Pasaja bakıp bugünle o zamanı kıyaslarsak ne gibi sonuçlarla karşılaşırız acaba? O günün tarım işçisi bugünün beyaz yakalısına benzemiyor mu sizce de? Özellikle ilk cümle çok manidar, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmak deyiminden bahsediyorum. Birisi bana bu ülkede kaç kişinin sevdiği işi yaptığını söyleyebilir mi? Sabahın köründe uyanıp Bukowski’nin de söylediği gibi birilerini zengin etmek için çalışmak ne denli mantıklı? Peki mantıklı değilse bu kadar insan neden hala sevmedikleri işlerde çalışıyor? Cevap mecburiyetse kolaya kaçıyoruz demektir. Tamam mecburiyet mecburiyet olmasına da neden? Daha derine inmemiz lazım gibi geliyor bana. Mesela yetiştirilme tarzımıza, mesela üniversite seçimine, mesela hayatta bulunmak istenen yere…

Eğitimin aileden başlayıp ölene kadar sürdüğüne inanan bir insanım ben. Önceki yazılarımın birinde anlattığım özerklik kavramına götürüyor bizi bu sorun. Birey olabilmek adına attığımız ilk adımları çocukluğumuzda, 1-3 yaşları arasında atıyoruz. Sonrasında ise bu emin(!) adımlar bizim gelecekteki yaşantımıza yön veriyor. Çoğunluğumuzun modern köle olarak yaşadığını düşünüyorum. Sabahın köründe kalkıyoruz, sevmediğimiz bir iş için -mutlu azınlığı tenzih ediyorum- onca yol gidiyoruz, 8-9 saat sevmediğimiz bir iş yapıyoruz, zamanı öldürüp gerisingeri evlerimize dönüyoruz. Ertesi gün yine aynı terane. Biraz şanslıysak hafta sonu tatil yapıyoruz, değilsek haftada bir gün tatille yetinmek zorunda bırakılıyoruz. Ne güzel bir yaşantı değil mi? İşimizi yaşamak için, aş için sevmek zorundayız. Yoksa aç kalacağız. Oysa sevdiğimiz bir işi yapsak böyle mi olurdu? Kapının eşiğinden attığımız adımları huşuyla, zevkle atsak… Bu durumdaysak eğer yapabilecek çok fazla bir şeyimiz yok, aslında var ama yok. (Başlık olarak yok, içerik olarak var demeliyim sanırım) Bu ahval içerisinde iki şey yapılabilir bana kalırsa; ya sebat edip ve sonrasında çok çalışıp, didinip sevdiğimiz işi yaparız. Ya da Nietzsche’nin Ecce Homo’da söylediği gibi (Amor Fati) yazgımızı severiz. Maalesef biz insanlar çözüm bu kadar açıkken hiçbirini seçmiyoruz. Sevdiğimiz işi yapmak için çabalamadığımız gibi yazgımızı da sevmiyoruz. Bu ikisinden birini yapmak yerine söylenmeyi, yakınmayı seçiyoruz. Seçiyoruz çünkü bu seçenek -kaldı ki seçenek bile değil aslında- kolayımıza geliyor. Hal böyle olunca da ömrü rayına oturtamayıp muğlakta geçiriyoruz. Ne mutlu olabiliyoruz, ne de seçim yapıp -ve risk alıp bir şeyler yapamadığımız için- mutsuz olabiliyoruz. Aslında bilmiyoruz, hayalimize ulaşmak için çabalarken bir şeyleri kaybetmemiz içinde bulunduğumuz durumdan çok daha iyi, en azından çabalarken mutlu oluyoruz. Galiptir bu yolda mağlup dememiş atalarımız boşuna. Etrafımdaki insanlar çalışma şartları benimkinden çok daha iyi olmasına rağmen mütemadiyen yakınıyorlar. Başka işe gir diyorum, uğraşamam diyor, neden söyleniyorsun o zaman diyorum, cevap yok. Gerçekten bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyorum. Biraz argo olacak belki ama, ya bu deveyi güderiz ya da bu diyardan siktir olup gideriz. Durum tam olarak bundan ibaret. Söylenmek, yakınmak bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, bizden çok fazla şey götürür, her şeyden önce söylendiğimiz zamanı götürür, ki zaman şu fani dünyadaki en önemli şeydir, sonra psikolojik olarak bizi etkiler, günümüze sirayet eder ve mutluluğumuzu emer. Evet, mutlu olmadığımız işi yapmak gerçekten şu dünyadaki en kötü şeylerden bir tanesidir, lakin bunu tersine çevirmek bizim elimizde. Çabalayıp, çok daha fazla çalışıp ibreyi kendimize çevirebiliriz. Beceremiyorsak da söylenmek yerine yazgımızı sevmeliyiz, inanın bu her şeyi daha kolay bir hale getirecektir.

Birkaç gün önce Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun konserine gittim. Livaneli’nin Eski Tüfek (Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli) adlı parçasını seslendirdikleri sırada derin düşüncelere daldım (rahmetli Hasret Gültekin de iyi okurdu bu parçayı, ruhu şâd olsun, her güzel şeyi katlettiğimiz gibi maalesef onu da katlettik), şu sonuca vardım, gerçekten de harcanıp gidiyor ömür dediğin. Mesele bu kısa yolculuğu anlamlı kılabilmekte. Nasıl yapacağız bunu peki? Bana kalırsa yazgımızı severek. Kabullenmek çok büyük bir erdemdir. Eğer elinden bir şey gelmiyorsa bu erdeme sahip olmalısın. Her şeyi kabullenip hiçbir şey yapmamaktan söz etmiyorum tabii ki. Hayata bir kere geliyoruz, bu kısa ömrü yakınarak geçirmek kimsenin yararına olmayacaktır. Küçük şeylerle mutlu olabilmek lazım. Mesela siz hiç parayla huzur satın aldınız mı? Peki bunu küçük bir meblağ ile yaptınız mı? Paragrafın başında bir konserden bahsettim size, işte ben o konsere giderek bahsi geçen huzuru satın aldım. Hem de çok ufak bir meblağ karşılığında. Hayat her şeyi kafaya takıp dertlenecek kadar uzun değil, inanın buna.

Önem verdiğim bir hususa değineceğim şimdi. Bilinçli yalnızlığa. İnsan yalnız kalabilmeyi, kendine yetebilmeyi becerebilmelidir. İnsan yalnız başına konsere gidebilmeli, tiyatroya gidebilmeli, güzel bir manzaraya karşı kitap okuyup müzik dinleyebilmelidir. Yapılan aktiviteler için her seferinde bir arkadaşa ihtiyaç duymak kendimizi dinlememizi engeller. Kaldı ki günümüz dünyası homojen değildir. Yani canımız her istediğinde müsait bir arkadaşımızı bulamayabiliriz. Bu durumda canımız dışarıya çıkmak isterken müsait bir arkadaşımız yok diye neden kendimizi frenlemek zorunda olalım ki? Şahsi kanaatim yalnızlığa gereken önemi vermediğimiz yönünde. Yalnızlığın kıymetini bilmiyoruz. Bahsettiğim yalnızlık hayatımızın tamamını yalnız geçirmek değil, zaten böyle olmamalı da, psikolojik olarak iyi bir şey değil bu. Ama istediğimiz zaman da yalnız kalabilmeliyiz.

Aslında çok daha geniş kapsamlı bir konu bu lakin imkanlar imkansız. Genelde vakit bulamıyorum, vakit bulunca da kafamı toparlayamıyorum. Bir yaşantıdır gidiyor. Dünya kale alınacak kadar önemli bir yer değil. Var olmak da matah bir şey değil. Üzgünüm ama ne ben ne sen ne de o, hiçbirimiz değerli varlıklar değiliz. İnsan demek hata demektir, insan demek nefis demektir, insan demek riyakarlık demektir. Bu dünya rezil, iki yüzlü insanların yaşadığı bir boşluktan başka bir şey değil. O yüzden çok da kale almamak lazım. Sevdiğimiz, yapmaktan hoşlandığımız şeyleri yapıp gerisini koyvermek en güzeli. Zaten emrivakilerle kurulu bir hayat ne kadar güzel, ne kadar manalı olabilir ki? Uyumak zorundasın, yemek yemek zorundasın, bir sürü şeyi sevmesen de yapmak zorundasın; hiçbir şey tam olarak elinde değil. Ne kadar hakim olabilirsin ki yaşama? Kendi yaşantın olsa bile ne kadar hükmedebilirsin hayatına? Yalnızlık bu yüzden de güzel. Kimseye minnet eyletmiyor seni. Canın nasıl isterse öyle yaşıyorsun. Dünyaya niçin geldik, ne diye yaşamaya devam ediyoruz diye sordunuz mu kendinize? Sorguladınız mı hiç hayatı ve diğer argümanları? Ben sorguladım, hatta öyle sorguladım ki sizin yerinize bile sorgulamış olabilirim. Şu hayata beni bağlayan yegane şey bilmek istenci. Ve dolayısıyla okumak, okumak ve daha çok okumak. Bir işe yarayacağından ya da insanlardan ve diğer fuzuli etkenlerden kurtulacağımdan değil, zaten bu hayattan kurtulmak fiili olarak ölmek demek oluyor. Ama asıl çözüm hiç doğmamış olmak. Bu dünyada hiç nefes almamış olmak. O bile senin elinde değil. Bu ahvalde nasıl ideal bir yaşantıdan söz edilebilir? Çok fazla dallandırıp budaklandırmadan burada nihayete erdiriyorum ağzım yerine beynimden çıkan cümlelerimi. Gitmeden önce de bir güzellik bırakıyorum hepimize,

Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram: https://www.youtube.com/watch?v=Zlwe-mzDbVc

28 Mayıs 2019 Salı

BİR ANDREI TARKOVSKY RÖPORTAJI

Brezna: Sovyetler Birliği'nde ünlü olmanızın mutlak bazı ayrıcalıkları var, sakıncaları da var mı?
Tarkovski: Ünlü olmak ve tanınmak gibi konular beni hiç ilgilendirmiyor. Kendi ünüm konusunda hiç kafa yormadım. Ün, benim için anlamsız.
Brezna: Sanki ün sizi rahatsız ediyor. İlişkilerden kaçınıyorsunuz. Hemen hemen hiç görüşme yapmıyorsunuz.
Tarkovski: Gazetecilerle görüşerek, şöhretlerinden yararlanmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. Aksine hiç sevmem söyleşileri. Yaptığım söyleşilerden sonra yayımlanan konuşmaların hiçbirini beğenmedim . Beni övdükleri için değil, konuştuğumuz dışında, bambaşka şeyler yazdıkları için. Ünümden dolayı ilgi çeken bir kişi olma duygusu, beni her zaman tedirgin ediyor. Adeta öfkeleniyorum.
Brezna: Konuşmamızın çıkış noktasının hiç de iç açıcı olmadığım mı anlatmak istiyorsunuz?
Tarkovski: Hep böyle. Yapılacak bir şey yok. Zaten çıkış noktası ne demek? Siz ve benim için böyle bir şey söz konusu değil. Ortada yalnız sizin benimle görüşme isteğiniz var. Ben de bütün gücümle size karşı direneceğim.
Brezna: Bizi bağlayan hiçbir olgu yok demekle yanılıyorsunuz. Filmleriniz var. Bu söyleşi sizinle konuşabilmek için bir vesile. Sizi tanımak istiyorum. Ama size ulaşmak oldukça güç.
Tarkovski: Ama ne yazık ki, bütün güçlükleri atlatabildiniz. Diğer gazeteciler gibi bu güçlüklere takılıp gelmeyebilirdiniz. Ama geldiniz.
Brezna: Evet, sizi bir kale gibi kuşattım. İşte şimdi buradayım ve nasıl konuşacağımı bilemiyorum.
Tarkovski: Yalnızca doğallıkla konuşun, yeter.
Brezna: Filmlerinizi duygularımın derinliğinde algılıyorum. Olaylara bakışınız da bana yabancı değil. Ancak, kadın olarak filmlerinizde kendimi göremiyorum. Yapıtlarınızda kadın ancak geleneksel bir rol oynuyor. Siz yalnız erkeğin dünyasını yansıtıyorsunuz. Ve erkeğin bakış açısından, kadın ancak bilmece. Seven, erkeği anlayan ve tüm varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinizde.
Tarkovski: Birlikte yaşadığınız erkekten, yaşamını sizinkine bağımlı kılmasını mı bekliyorsunuz?
Brezna: Hiç değil. Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın.
Tarkovski: Bu mümkün değil. Kadın ve erkek kendi duygularını yaşıyorlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz. Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir. Bu gerçekleşmezse, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur. Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garip geliyor. Önemli olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke. Kadın, bu ilişkileri, bu evlilikleri bir hastalık gibi çeker. Yani kadın bir hastalığa tutuluyor, sonra diğerine, sonra gene bir diğerine. Sevgi, öylesine bütün bir duygudur ki, bir kez daha yinelenmesi olanaksızdır. Ne durum da olursa olsun, olanaksızdır. Kadın, bu duyguyu yineleyebiliyorsa, o zaman sevgi onun için anlamsız demektir.
Brezna: Kadının doğasını bildiğiniz kanısında mısınız?
Tarkovski: Bu konuda bir düşüncem var, tıpkı sizin gibi.
Brezna: Ama ben kadın olarak kendimi derinliğimden tanıyabiliyorum.
Tarkovski: İnsanın yargıya varabileceği en zor olgu kendisidir. Kendi dünyasını koruyabilme çabası gösteren kadınlara şaşıyorum. Bence kadın olmanın anlamı, kadınsal sevginin yeteneği, onun özverisinde yatar. Kadının büyüklüğü de bu. Böyle kadınlara saygı duyuyorum. Böyle kadınlar da tanıyorum.
Brezna: Söyleyecek söz bulamıyorum. Size göre kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde anlam kazanıyor.
Tarkovski: Böyle bir şey söyledim mi? Yalnızca kadın-erkek ilişkisinden söz ettik. Henüz bu durumu açıklığa kavuşturamadım, siz beni saldırganlıkla suçluyorsunuz.
Brezna: Yeterince söylediniz, bunu siz de biliyorsunuz.
Tarkovski: Ben yalnız, seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim. Sevdiği insanla kaynaşacaktır çünkü dünyası, başka bütünlük oluşturacaktır. Kadını bu ilişkisinden soyutlarsak, ilişkiyi de yıkmış oluruz. Kadın da hemen doğrulup beş dakika sonra yeni bir yaşama başlayamaz. Çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır. Bence de kadının iç dünyası, tümüyle erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin simgesidir. Ve sevgi de, insanın sahip olduğu en büyük değerdir. Burada değer sözcüğünü hem nesnel, hem de soyut anlamda, tüm duyguları kapsayan anlamında kullanıyorum. Yaşama, anlamını veren kadındır. Kurtarıcıyı doğuran Meryem'in, sevginin simgesi oluşu bir rastlantı değil. Kadınlarla bu konuyu konuştuğumda, sanki saygınlıkları ellerinden alınacak duygusuna kapıldıklarını görüyorum. Bence bu kadınlar, gerçek saygınlığı ancak kendilerini erkeklerine tümüyle adadıkları zaman elde edeceklerini unutuyorlar. Gerçekten seven bir kadın, sizin yönelttiğiniz soruları yöneltmez.
Brezna: Ben, insanın hem sevebileceği hem de aynı zamanda kendi iç dünyasını koruyabileceği kanısındayım. Ve korumak zorundayım da. Kadın, kendi yolunu erkeğin yolu olarak seçerse, kaybeder. Elleri boş kalır. Bu eski, çok eski bir tuzak. Ben de zaman zaman, sevgi içinde bütünleşmeye eğilim gösteren bir kadınım.
Tarkovski: İyi ki öylesiniz. Bu duygunuzla övünebilirsiniz. Ama benim kadından zorla bunu istediğimi sanmayın. Güç kullanarak sevgi kazanılmaz. Bu nedenle görüşüm hiç kimse için tehlikeli değil.
Brezna: O halde sevgi ya var ya da yoktur.
Tarkovski: Evet ya var ya da yoktur. Ve sevgi olmazsa, hiçbir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor de­mektir. Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum. Tabii herkesin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı, bencilleştiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha da kolay. Böylesi ilişkiler daha az sakıncalı. Ve feminizm akımı bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri konularda tartıştığım kadınların tümü, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her zaman şaşırttı bu durum beni, çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka. Kanımca kadın, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz. Erkeksiz yaşamaya başladığında, örgensel yaşamını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir, ama bunlar onu kadınsal kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez. Feministlerin neyi amaçladıklarını anlıyorum: Artık sorumluluklarını istemiyorlar. Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kazanarak bu durum dan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın ya da erkek, gerçekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, özgürdür; özgürlüğü kendisi seçtiği için özgürdür, özgürlükçü bir ülkede yaşadığı için değil. Bireyin özgürlüğü, ülkesinin özgürlükçülüğüne bağlı değil, kendi seçimine bağlıdır. İnsanların gerçekleştiremedikleri yaşam özlemlerini başkalarının suçu gibi görmeleri beni her zaman öfkelendirir. Bağımsız olmadığını söyleyen kişilere öylesine öfkeleniyorum ki. Bağımsızlığı istiyorsan, bağımsız ol. Seni engelleyen kim? Mutlu olmak istiyorsan. Ama mutsuzsan, mutlu ol. Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz. Bu tabii haksız bir durum. Ama günün birinde kadın tüm toplumsal yaşama katıldığında ne olacak bilemiyorum. Buna karşı olmadığımı vurgulamak isterim. Kadının toplumsal yaşama tümüyle katılmasından yanayım. Ama bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği konumu bulamayacaktır.
Brezna: Düşüncenize katılıyorum. Erkek yargıları dünyaya egemen olduğu sürece, kadın konumunu bulamayacak... Erkeğin başarısı ölçüt olduğu sürece...
Tarkovski: Yanılıyorsunuz. Beni önemli bir kariyer sahibi kadın kadar rahatsız eden hiçbir şey yok. Erkek olarak haklarımın sınırlandırıldığını sandığımdan değil. Kadının bu durumu bana hiç doğal gelmediği için. Bence böyle bir kadın, görmezliğe gelmesi gereken bir yola sapmış. Ancak erkekle yanlış bir rekabet onu bu yola sürüklemiş olabilir... Affedersiniz, adınız ne?
Brezna: İrena.
Tarkovski: İrena, dinleyin. Siz kadınsal doğanızdan hoşnut olmadığınızı söylüyorsunuz.
Brezna: Yanlış anlıyorsunuz.
Tarkovski: Şimdiye dek süregelen kadın-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de. Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli ya da beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir oluşum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Belki böylesi bir gezegende hem bedensel hem de duygusal sevgi için beş varlığa gereksinme vardır. Ama yeryüzünde iki varlığa gerek var. Her zaman bu durum unutuluyor. Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum . Haktan, durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz, ama kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz.
Brezna: Öncelikle kadını erkeğe bağımlı kılmanızı anlamıyorum. Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlarla erkeğe bağlamak istiyorsunuz. Oysa bana öyle geliyor ki, siz kendiniz sevgi ve fedakârlığa susamışsınız, ama sanki bu duyguları yaşamaya yeteneğiniz yok.
Tarkovski: Bilmiyorum. Olabilir. Bu konuda kesin bir yargıya varmam güç. Ayrıca sizin kurduğunuz tümceleri kurmak bana çok güç geliyor. Belki de kişisel yapınız benimkinden çok başka. Kendinizden beklentileriniz başka. Görülüyor ki siz benim Ayna filmimdeki anne değilsiniz. Ayna filmi benim annemi anlatır. Gerçeğe dayanan bir öykü, kayıtsız. Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz.
Brezna: Stalker ve Solaris filmlerinde insanlığın sorununa genelde bakışınız beni çok etkiledi, bu sorunu filmsel irdeleyişiniz. Bu söyleşiyi yapmamın nedeni bu. Solaris filminde aşkı da çok olağanüstü ve ince anlatıyorsunuz. Ama Chari'nin tek gücü sevgi. Yaralandığı tek nokta da gene sevgi.
Tarkovski: Siz yara almak istemiyorsunuz. Hiçbir yarası açılmayan bir insan olarak kalmayı yeğliyorsunuz.
Brezna: Bir an için düşünün. Kendinizi bir kadının yerine koyun. Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya koşullandırılmışsınız. Hiçbir zaman kendiniz olamamışsınız. Büyük bir yük değil mi?
Tarkovski: Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç. Bütün mutsuzluk, tüm sorun başka yerden kaynaklanıyor. O da şu: Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, kitlelerin genel düşünsel düzeyi çok yetersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz. Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç adet bombanın gezegenimizdeki yaşama son verebileceğini de biliyoruz. Bütün bu gerçeklerin bilincindeyiz, ama onları gene de unutuyoruz. Akılsal ve tinsel ilgilerimiz o denli maddesel varlığımızın esiri ki... hiçbir zaman aklımıza gelmemesi gereken sorunlarla ilgileniyoruz. Bu denli toplumsal sorunun varlığı, ne denli akılsızca davranmış olduğum uzun kanıtıdır. Akılsal ve tinsel açıdan doyum kazanmış bir kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını, ya da onun esiri olduğunu düşünemez. Tıpkı kadın gibi, aynı doyumu sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman aklından geçirmez. Oysa siz getirdiğiniz örneklerle beni böylesi yanıtlara zorladınız. Bu tür sorunların açıklanma­sı bizi hiç de ilgilendirmemeli. Çünkü bu sorunlar, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri. Akılsal zenginlikleri şaşılacak boyutlarda kadınlar da tanıdım . Bu tür kadınlar böylesi sorunları hiç büyütmez, aksine öylesi bir ruh zenginliğine sahiptirler ki, öylesi bir moral [ahlaki] güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır. Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir. İşte sorun burada. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır. Bu konuda çaba harcamak, hoşnutsuzluğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil. Bu ikisi çok ayrı konular. Bence, bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş. Gerçekten seven bir kadın bu tür sorular yöneltmez. Bunlar onu ilgilendirmez bile.
Brezna: Gerçekten seven kadın, sevgisini bir erkekte toplam az, tüm dünyaya dağıtır. Nükleer savaşın dünyayı tehdit ettiğini söylediniz. Nükleer silahlar erkeklerin önderliğindeki bir dünyada üretilmiştir.
Tarkovski: Madame Curie'nin katkısını da unutmayalım.
Brezna: Sorumlular dünyamıza egemen olan erkeklerin gücü. Kadının, kadınsal içgüdülerine egemen olacağı bir dünya, belki de bu apokaliptik sonuca varmazdı. Böyle bir dünyada kadının sorumluluğunu taşımayıp, kendisini sevgiye ve bir erkeğe atamasını nasıl düşünebiliyorsunuz?... Erkeğin, kadının sıcak sevgisiyle gezegenimizi perişan etmesine seyirci mi kalsın?...
Tarkovski: Bu korkunç, korkunç bir varsayım. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama, söylediklerinize şaşıyorum. Erkeğin dünyamız hakkında aynı duyguları taşımadığını mı sanıyorsunuz. Erkeğin bu dünyanın efendisi olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Brezna: Ya kim?
Tarkovski: O
Brezna: Nerede o?
Tarkovski: (Eliyle yukarıyı gösteriyor). Görüyor musunuz söyleşi nereye varıyor. Sonuçları tartışıyoruz, nedenleri tartışacağımıza. Önemli nokta şu: İnsan, varoluşunun temel nedenini kavramamışsa, bu dünyaya neden geldiğini ve ömrünü neden burada yaşadığını bilmezse, o zaman işte dünya zorunlu olarak bugün içinde bulunduğumuz koşullara sürüklenmiş demektir. İnsanlık, daha "aydınlanma çağında" hiç ilgilenmemesi gereken konularla ilgilenmeye başladı. Maddesel dünyaya eğilmeye başladı. Bilmek, öğrenmek isteği, insana, özellikle erkeğe egemen oldu. Ayrıca kadın, erkek kadar bilime susamış değildir. Peki, ne oldu?... İnsanlar, kör gibi çevrelerini ellemeye başladı. Ellerinden başka çevrelerini algılayabilecek uzuvları yokmuş gibi davrandı. Bu dünya ile ilgili o denli şey öğrendik ki, toplumsal bir uyum kazanmamız, mutluluğumuz gerekirdi. Hayır. Tam aksi. Yeryüzü hakkında ne kadar çok bilgi edinsek, bununla uğraşan uzmanlarımız giderek atalarımızın bildiklerinden daha azını kavradığımızı saptıyor. Bizler, yanılgıların gücü altındayız. Yeryüzü üzerine çok şey bildiğimize karar verdik. Ama, hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kesiti üzerine bildiklerimiz, bütünü için yetmiyor, çünkü yeryüzü sonsuz. Kanımca insanın varoluş amacı, bilip tanımakta yatmıyor. Bu insanın entelektüel görevi. Ama temel sorunu değil. Varolmanın temel sorunu, yaşamın anlamını kavrayarak yaşamakta. Örneğin atomun bölünmesiyle yeni bir enerji kaynağı buluyoruz ve bu enerjiden nasıl yararlanıyoruz? Atom bombası yapıyoruz, intihar silahı. Söylemek istediğim, buluşları olumlu yönde kullanma yeteneğinden yoksunuz. Bunun da nedeni, insanın niçin yaşadığını bilmemesi. Bilim adamı, yaşamının anlamını, buluşları gerçekleştirmekte görüyor. Bu, gerçeğe pragmatik bir yaklaşımdır. Sanatçı, sanat yapıtları gerçekleştirmek için yaşıyor. Herkes üzerine düşen görevle yaşıyor, bir görevin parçalarıyla ve eşitsizliği algılı­yor, birbirine gıpta ediyor. Oysa, her insan, yaşamının anlamını kavrayıp, buna göre yaşamalı. Bu doğrultuda herkesin hakkı var ve herkes eşit haklara sahip: Sanatçı, işçi, papaz, köylü, çocuk, köpek, erkek ve kadın. Yaşamın anlamını keşfedemezsek, onu-bunu kurcalamaya başlayıp sorunlar yaratırız. Bu sorunlar, yaşamın anlamını kavrarsak, hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Benim görüşüm bu. Başlangıçta, her şey yerli yerinde. Uygarlığımızın içine düştüğü çıkmaz, bir oransızlıktan kaynaklanıyor. İki kavram uyumsuzluk içinde: Maddesel ve ussal gelişim. Bu, insanın kendisini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya karar vermesiyle başlamış. Toplumumuz, bu yanlış temel üzerine kurulu. İnsanlar birbirleriyle bir sevgi, dostluk, düşünce alışverişi dürtüsüyle ilişki kurmuyor, tabii yaşamını sürdürebilmek için. Ama, ben insanın başka türlü de yaşamını sürdürebileceğine inanıyorum: İnsan olduğu için, hayvan olmadığı için. Eski toplumlarda, insanların doğa ile uyum içinde yaşadığı ve akıl almaz sonuçlar elde ettiği toplumların yaşadığını biliyoruz. Örneğin Sanskrit yazılarında uygarlıkları saptanan Doğu kültürleri ussal ve nesnel yaşam arasında bir uyum sağlamayı başarmıştır. Bu kültürlerden kalan belgeler, uygarlığın eski çağlarda doğru yönde gelişebildiğini de göstermektedir. Bu uygarlıkların neden ortadan kalktığı sorusu yöneltilebilir. Başka kültürlerin oluşması, onlara düşmanlık beslemesi ve gelişmelerini engellemesi onları yok etmiş olabilir. Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, insan yeryüzüne, düşünsel açıdan kendi kendini inşa etmek için geldiğini, içindeki 'kötülüğü' yenmesi gerektiğini, bencillikten kaynaklanan 'kötülük' dediğimiz duyguyu yenmesi gerektiğini kavramak zorundadır. Bencillik, insanın kendi kendini sevmediğinin belirtisidir, kendi kendini kavramadığının ve sevgi kavramını yanlış anladığının kanıtıdır. Tüm kavram ve olguların deformasyonu burada yatar. Bilim dünyamızın budalalığı, yanılgısı ve giderek artan olumsuz sonuçları, kadının gerektiği anda dümene geçmemiş olmasında değildir. Bu olumsuz sonucun nedeni, insanlığın düşünce düzeyinin gereken yüksekliğe ulaşamamış olmasındandır. İnsanlık yeni enerji kaynakları arayacağına, düşünce değerlerini yüceltme doğrultusunda çalışsaydı, düşünce enerjisi arasaydı, bugün konuştuğumuz sorunlar var olmayacaktı. O zaman insan daha uyumla, akılsal, düşünsel bir gelişimin denetiminde gelişecekti. Akılsal gelişim sürecinin, entelektüel süreç gibi insanı tekyönlülüğe sürüklemeyeceği kanısındayım. Çünkü akılsalcılık, aynı zamanda uyumluluk kavramını da içerir. Bunun dışında her şey, siz ne kadar haklı da olsanız, ikinci planda kalır. Filmlerim de kendinizi bulamadıysanız, bu benim haksız olduğumu göstermez. Anlatmak istediğim kadının gerçeğini yansıttım ben. Çok önemsiz sorunlarla uğraşıyoruz ve bugünün krizli dünyasını kurtardığımızı sanıyoruz. Oysa yanılgıya düşüyoruz. Kanımca bu tür sorunlarla uğraşmak tehlikeli. Bizi temel sorundan uzaklaştırır: Akılsal düzeyde sürdüreceğimiz mücadeleden. Akılsal/tinsel mücadele her alanda veriliyor. Bu nedenle herkes bu mücadeleyi anlıyor. Hiç eğitim görmemiş ama yüce ruhlu bir insan, temel sorunun nerede yattığını kavrar. Gerçek sorumluluğunu kavramış bir insanın, temel sorunları yoktur. Yaşamın anlamını bilerek, yeryüzünde yaşama karşı görevimizi yerine getirerek, yaşamak istiyoruz. Ama çoğunlukla başaramıyoruz. Henüz yeterince güçlü değiliz. Bu yolu seçmek ve bu yolda yürümek önemli. Bu temel sorunumuz çözümlenmedikçe, peşimizi bırakmayacaktır. Acı olan, günümüz uygarlığının çıkmazıdır. Toplumu akılsal düzeyde geliştirebilmek için zaman gerek. Oysa zamanımız yok. İnsanın geliştirdiği teknik, artık kendi düğmeleriyle ça­lışıyor. İnsanlar ve politikacılar, kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular. Onları bilgisayarlar yönetiyor. Bilgisayarı devreden çıkarabilmek için kafaca çaba harcamak gerek. Bunun için de yeterli zaman yok. Tek umut, insanın bilgisayarı devreden çıkaracağı an, kafaca aydınlanmasında.

Yeryüzüne Dayanabilmek, Tezer Özlü, Yapı Kredi Yayınları, syf. 120-131.

10 Nisan 2019 Çarşamba

NE SEN LEYLA'SIN NE DE BEN MECNUN

Thomas Bernhard Bitik Adam’da şöyle diyordu: “Büyük düşünürleri kitaplıklarımızda tutukladık, oradan bize ilelebet gülünçlüğe mahkûm edilmiş olarak bakarlar.”

İnsanın olduğu yerde eksiklik vardır. Hayat, akışını genelde yitik sürdürür. Bernhard’a bu sözü söyleten de bu yitiklikti bana kalırsa. Ömür denilen sonu belirsiz sürgün yalnızca belli başlı birkaç şeyle geçmiyor. Sadece okumak, sadece müzik, sadece sevişmek(iki anlamda da), sadece çalışmak ve daha nicesi... Bunların yalnız bir ya da birkaçıyla bir ömrü nihayete erdiremeyiz. Salt bunlara takılı kalırsak ömrü yerinde saydırırız, çoklukla huzursuz ve mutsuz olarak... Yaşam denilen bu tiyatroda diğer insanlara da ihtiyacımız var, duygu ve düşüncelerimizi paylaşabileceğimiz duygudaşlara. Bir nevi hayatlarımızı bazen müşterek kılmaya ihtiyacımız var, malum sona kadar yalnız yaşayamayız. Hayatları müşterek kılmak, aynı cümledeki iki öznenin aynı dili konuşması anlamına gelir. Karakter olarak aynı olmak değil bahsettiğim hadise (ki zaten böyle bir şeyin imkanı yok, bir tane daha sizden yok), birlikte vakit geçirmekten zevk almak, oturulan alelade bir masada birinci dakikada aldığın hazzı dördüncü beşinci saatte de alabilmek, birlikte olunan zaman zarfında hayatı müşterek kılabilmek. Aynı dili konuşmak ve hatta gerektiği zaman aynı dilde susmak kolay bir hadise değil anlayacağınız.

Benim büyük düşünürleri kitaplık hapishanesinde cebirle zapt etmem aynı dili konuşacak insan bulamamdan kaynaklanıyor çoğu zaman. Proust, Cèline,  Pessoa, Bernhard, Russell, Schopenhauer, Nietzsche, Cioran... Yazarlar artık yalnız uğrama koğuşumuza diyorlar, yalnız yalnız bir yere kadarmış, hak veriyorum onlara, lakin hayat söz ile denge sağlamıyor, emrivakiyi seviyor, kendi kuralları var, sen de kurallara uymaktan imtina edince haliyle yolunda gitmiyor bazı şeyler.

Geçtiğimiz günlerin birinde, ismi lazım olmayan bir kafede kahve-kitap-sigara üçlüsüyle keyif yapıyor, hazdan hazza koşuyordum, yukarıdaki yazarlar duymasın, yine yalnızdım, kafedeki masaların hepsi doluydu, yalnız benim masamda, karşımdaki koltuk boştu. Bir kadının bana doğru gelip bir şeyler söylemeye çalıştığını ayrımsadım. Kulaklıkları çıkarttım, “Efendim, duyamadım.” dedim. “Kafede boş masa bulamadım da, birini beklemiyorsanız oturabilir miyim?” dedi. “Tabii ki, buyrun.” dedim. Teşekkür etti ve oturdu. Masa artık tekillikten çıkıp müşterek olduğundan dağınıklığımı onun tarafından kendi önüme  çektim, psikolojik bir sınır koydum masaya, görünmeyen. Çantasından bir kitap çıkarttı ve masaya koydu, kitap Cioran’ın Çürümenin Kitabı adlı kitabıydı. Gayriihtiyari gülümsedim, bu kitabı da hapsetmiştim kitaplık hapishaneme, aramızdaki ufak benzerlikten dolayı yüzüne bakmalıyım, diye düşündüm. Mavi gözler, kumral bir ten, açık kahve saçlar... Beni bu güzel havalar ve böyle güzel kadınlar mahvetti, diye düşündüm onu gördükten sonra. Üniversitenin ilk yılında flört ettiğim İsviçreli Mariel’e benziyordu. Onunla aramıza namütenahi sınırlar değil konuşulan -ve dolayısıyla anlaşılan- dilin farklılığı girmişti, Skype görüşmelerimiz dil yetersizliğinden sekteye uğramıştı, sözlük kâr etmiyordu artık, Mariel beş dil biliyordu, ben yalnızca Türkçe, evet, gözlerin dili olmaz belki ama gözlerin dilinden bahsedebilmek için önce hayatı bir noktada müşterek kılmak gerekiyordu ve ben bu müşterekliğe kilometrelerce uzaktaydım, velhasıl beceremedik, Türkiye’ye geleceğine dair mesaj atmıştı ben çoktan bu işin olmayacağını anlayıp, görüşmeyi kestikten üç ay sonra, diye düşündüm. Felsefenin bana hayatı bu denli sorgulatabileceğini hiç düşünmemiştim daha önce, felsefecilerin koğuşuna birer öğün fazla yollamak lazım, diye düşündüm, belki de öğünlerin yanına birer paket de sigara koymak... Beni derin tahayyüllerden uyandıran onun sesi oldu: “Çakmağınızı alabilir miyim?” dedi tok bir ses tonuyla. “Sormanıza lüzum yok, istediğiniz zaman alabilirsiniz.” dedim tebessüm ederek. Hayatı müşterek kılma çabaları, diye düşündüm, sonrasında 73’ tarihli Cioran röportajı geldi aklıma, özgürlükle ilgili söyledikleri bilhassa, tebessüm ettim karşımdaki duru güzelliğe bakmamaya çalışarak. Sonrasında o kendi kitabına ben kendi kitabıma... Kulaklıklarımı tekrardan kulaklarıma taktım, işte şimdi Ernesto Cortazar tarafından Beethoven'e ithaf edilen Beethoven's Silence çalıyordu.

İlerleyen saatler birçok bilgi ve birikimi de beraberinde getirdi. Masayı ziyadesiyle müşterek kıldık. Adının Leyla olduğunu, Avusturya’da yaşadığını (bunu söyledikten sonra on dakika Bernhard ve onun Avusturya hakkında söylediklerinden bahsettik), buraya bir haftalığına tatile geldiğini, Berlin Sanat Üniversitesi Müzik Bölümü'nden üç yıl önce mezun olduğunu, yaklaşık iki yıldır piyano eğitmenliği yaptığını ve en önemlisi bu müşterekliği yalnızca bugün sağlayabileceğimizi öğrendim, çünkü ertesi gün tekrardan Avusturya’ya uçacaktı. “İyi şeyler birdenbire olur.” diyordu Oğuz Atay, diye düşündüm. Doğru ama eksik, iyi şeyler birdenbire oluyordu ve birdenbire bitiyordu.

Bazı insanlar o büyük düşünürlerden habersiz olur, belki onlara ihtiyaç duymaz ve onları tutuklarlar, bazıları da her şeyin farkında olur, buna rağmen onları tutuklamak zorunda kalır. Tek farkla aynı sonuca çıkar tümceler, habersiz olanlar hücrelerindeki düşünürlere yemeklerini, içeceklerini devletin vermesini beklerler, hatta onların aç kalıp kalmadıkları umurlarında değildir, halbuki asıl aç kalanlar düşünürlerden habersiz olanlardır, bilmezler; bazıları da, onları asıl hapsedenler, yemeklerini, içeceklerini ve sigaralarını kendi elleriyle verirler, onlarla konuşurlar, devletten en ufak bir yardım beklemezler, diye düşündüm. Uzun bir zamandan sonra hayattan bu denli zevk aldığımı düşündüm, hem de dört saat, diye düşündüm. Hayatı aynı dili konuştuğun bir insanla müşterek kılmak ne güzelmiş; bir müzisyenle, müzikten, edebiyattan, felsefeden, tarihten, sanattan, sinemadan -özellikle Tarkovski’den- konuşmak ne güzelmiş, diye düşündüm. Elem... Duru bir güzellik, sana bakan bir çift mavi göz, rüzgarla ahenk içinde vals yapan açık kahve saçlar, yanakta çukurlar, göz altında çizgiler bırakan ufak bir tebessüm, Avusturya’ya yolum düşerse beni büyük bir zevkle konuk edeceğini söyleyen güzel bir kadın, Leyla, ondan geriye kalansa, somut olarak, yalnızca birkaç anlamsız rakam, söylediği gibi yan yana getirilince ona ulaşan...

Başlamadan bitmek zorunda kalan his yığını, avazın çıktığı kadar susmak, diye düşündüm, söz gümüşse sükût altınmış, lakin maddeye, dünya malına önem vermeyen birine ha gümüş ha altın, ne önemi var? Onunla müşterek kıldığımız masa saadet içinde geçen dört saatin ardından müşterekliğini yitiriyor, tekrar benim özel alanıma, yalnızlığıma dönüşüyordu (malum yazarların yalnızca dört saat olsa da istediğini yaptım, diye düşündüm), şimdi, kitabıma bakıp, ona zaman ayıramayacağım için ondan af diliyor ve akabinde yalnızlığımı bir sigarayla taçlandırıyorum. Şimdi ise telefonumdan müzik listesini açıyor, Ahmet Kaya’yı buluyorum. Söylüyor: “Ne sen Leyla’sın, ne de ben Mecnun...”

O, güzel, alımlı, aynı zamanda muteber kadın, Leyla gittikten sonra biraz önce müştereklikten tekliğe evrilen masanın ortasındaki saksıda duran menekşenin kokusunu alamaz oluyorum. Sonra aklıma, yine bir Ahmet Kaya şarkısıyla öğrendiğim,  menekşelerin bir kokusu olmadığı gerçeği geliyor. Peki benim dört saat boyunca kokusunu aldığım şey neydi, diye düşünüyorum. Gaile...

Velhasılıkelam, büyük düşünürleri kitaplığımda tutuklayanın, onların oradan bana gülünçlüğe mahkûm olarak bakmasının müsebbibinin ben olmadığımı anlıyorum şimdi, ne tuhaf! İşlemediğim bir suçun cezasını çekiyorum. Yargılanıyor, örseleniyor, incitiliyorum. Oysa o kalsa belki de işlemediğim bir suçun cezasını çekmek zorunda bırakılmazdım, diye düşündüm, ya da çoğalsa, birikip çağlasa, kendini kendinden çoğaltsa... Yakın bir zamanda, bir deniz şehrinde, güzel bir kadın tanıdım, Poe’nin Annabel Lee’si gibi, ismi Leyla, kimseye onu anlatamadım, kendime bile, oysa ben onu dünyaya anlatmak isterdim, varoluş nedenimi açıklar gibi, kelimeler yetmeyince aşikarı açığa çıkarmaya, devcileyin bir özlem olur artık içte kalanlar. Her şey yiter, bir şiir kalır geriye her şeyden:

"Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlıyamam."

-Ayrılış, Orhan Veli

23 Mart 2019 Cumartesi

GEL(E)MEYENİ BEKLEMEK


hürmet, sevgi ve minnet ile
R.’ye

“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
N.F.K.

Beklemek… En zalim, en hoyrat, en umarsız, en çetin hali yaşamanın; aynı zamanda akil bünyelerde müdananın değerini anlamanın da en ciddi sınavı. Öznesinde bir seven ve bir sevilenin olduğu herhangi bir şimdiki zaman cümlesinde, iktisattaki diğer koşulların sabitliği kuralı yaşatılmak istenir. Tüm diğer koşulların sabit olduğu dünyada elbette seven ve sevilen bir yastıkta kocar. Lakin hayat denilen tuhaf oyunu daha da tuhaf kılan bir hal gözden kaçırılır: duygudurum.

Zamanın birinde, çok sevdiğim ve devamlı kitap okumak için gittiğim bir kafede, dünyalar üstü gördüğüm bir kişinin, edebi anlamda yazılmış en mükemmel eserini okuyordum; İki cilt, üç bin yüz otuz üç saife. Yazar bir Fransız münzevisi, Valentin Louis Georges Eugéne Marcel Proust, kitabın adı da Kayıp Zamanın İzinde. Yedi kitaptan oluşan bu seri unutma ve hatırlama bağlamında ilerliyor, alelade bir madlen çaya batırılıyor ve tüm hikaye başlıyor. Tüm Rus edebiyatı, Joyce, London, Pessoa, Musil, Celine, Pavese, Kafka, Camus, Flaubert, Zola, Goethe, Bernhard, Atay, Atılgan, Tanpınar, Karasu, Anar ve daha niceleri… Bu eseri hepsinin eserlerinden çok farklı bir yere koymamın sebebini anlatabilecek lugata sahip olduğumu düşünmüyorum, bazı olaylara kelimeler kifayetsiz kalır ya hani, bu da öyle bir şey, fakat ufak bir şey söylemem gerekirse, Proust sanki bu eserde ömrümü eserlerini okumaya vakfetmekten çekinmeyeceğim tüm yazarların en kallavi eserlerinin, en alengirli sözlerini bir arada toplamış. Bir kitabı okurken onun içine girmek, onu yaşamak gerekir. Diğer kitapları okurken içine giriyorsunuz lakin tastamam da içinde olmuyorsunuz, bir ayağınız dünyada kalıyor, Tanpınar’ın vakti zamanında söylediği gibi oluyorsunuz: “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında” işte Proust’ta bu olay olmuyor, en azından benim için olmuyor, bana olan şu, kitabı okurken onun içine giriyorum ve onun dünyasında yaşıyorum, sanki canlı kanlı zamanın Combray’inde, Balbec’inde, Guermantes’inde, Paris’inde oluyorum. Proust sevgimi anlatmaya kelimeler yetmeyeceği için, konuyu sevgi bağlamında uzatmanın lüzumu yok, onu işime yarar şekilde konuma dahil etmem kafi. Bu noktada altıncı kitaptan bir spoiler vereceğim. Spoiler kaygınız varsa birkaç satır atlayın. (Lakin şunu da eklemekte yarar görüyorum, şahsi görüşüm, şayet bir kitabı okumadan önce kitaba dair spoiler kaygısı güdüyorsanız o kitabı okumayın, edebi yetkinliği olan bir eserin ne anlattığından çok nasıl anlattığı önemlidir. Mesela, Thomas Bernhard’ın Eski Ustalar adlı kitabında bütün mevzu bir sanat müzesinde geçer, tek mekan sanat müzesi ve Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam tablosunun karşısındaki koltuktur, görülen iki başrol, bir de yardımcı oyuncu vardır; kitapta entrikalar, olaylar, farklı farklı mekanlar da göremezsiniz, tüm bunlara rağmen Bernhard’ın anlatış tarzından, kaleminden, hayata bakışından inanılmaz bir tat alırsınız, üç oyunculu bir oyun gibi görülen kitabın aslında “oyuncu” kadrosunun tüm Avusturya nüfusu kadar geniş olduğunu görürsünüz.) Serinin altıncı kitabı olan “Albertine Kayıp”ta anlatıcı, ismi Albertine olan bir kızla tuhaf bir ilişki içerisindedir, ilişkiye hoşlantı ile başlarlar, bu ilişkide iki tarafın da gönül eğlendirmekten başka bir beklentisi yoktur. Lakin evdeki hesap çarşıya uymaz, Albertine’ın hemcinslerinden hoşlandığını düşünen -ki bunu kanıtlayan emareler de mevcut- anlatıcı, onu kıskanmasıyla ve kontrol altına almak istemesiyle aslında onunla gönül eğlendirmek değil onunla sevgili olmak istediğini ayrımsar. Fakat nihai konudaki isteklerini yerine getirmek yerine tam tersini yapar, aslında tam olarak yapamaz, iki durumu birbirine karıştırır ve içinden hiç istemese de tuhaf bir gururla Albertine’a ayrılmaları gerektiğini söyler, bunları söylerken aynı zamanda da Albertine’den aslında kendi yapması gereken şeyi bekler, asıl söylemek istediklerini Albertine’den duymak ister. Fakat ne anlatıcı Albertine’e asıl söylemek istediklerini, yani içindekileri söyler, Ne de Albertine anlatıcıya duymak istediklerini söyler. Gurur ve özsaygı arasındaki ince çizgide sıkışan anlatıcı yapmadığını bırakmaz, bir mektubu gel der, bir mektubu git, araya Saint-Loup’yu sokup Albertine’ı tekrardan gelmesi için ikna etmeye çalışır, heyhat! Hiçbir şey gibi bu da para etmez. Ve bir gün Albertine’ın teyzesi anlatıcıya bir mektup yollar: “ZAVALLI DOSTUM, ALBERTINE’CİĞİMİZ ARTIK ARAMIZDA DEĞİL. BU KORKUNÇ HABERİ SİZE VERDİĞİM İÇİN BENİ AFFEDİN, ONU NE KADAR SEVDİĞİNİZİ BİLİYORUM. ATLA GEZERKEN DÜŞÜP BİR AĞACA ÇARPTI. ONU HAYATA DÖNDÜRME ÇABALARIMIZ SONUÇSUZ KALDI. KEŞKE ONUN YERİNE BEN ÖLSEYDİM!” Sizin hiç gönülden sevgisine mazhar olmak istediğiniz bir insan öldü mü? Anlatıcının eline Albertine’ın ölüm haberini aldıktan bir iki gün sonra bir mektup geçer, o mektupta şunlar yazar: “Size dönmem için artık çok mu geç? Andrèe’ye henüz yazmadıysanız, beni kabul eder miydiniz? Kararınıza boyun eğeceğim, yalvarırım bir an önce bana haber verin, ne büyük bir sabırsızlıkla beklediğimi tahmin edersiniz. Dönmeme karar verecek olursanız, ilk trenle gelirim. Bütün kalbimle sizin, Albertine.”

Bu cildi, yani altıncı kitap olan Albertine Kayıp’ı, birini, “gelmeyeceğini bildiğiniz halde beklediğiniz” zamanlarda okumayın (Hele şu parça eşliğinde sakın okumayın: Explosions In The Sky &David Wingo - Hello, Is This Your House), zamanı bu kitapla geçirmeye çalışmayın. Bu kitap yukarıda yazılanlardan çok daha fazlası çünkü, içtiğiniz sigarayı bir paketse ikiye, ikiyse üçe, üçse dörde çıkarır rahatlıkla. Bir de gelmeyeceğini bildiğiniz halde beklediğiniz kişi size karşı sizin ona beslediğiniz hislerin aynısını besliyorsa ve zaman, mekan, şartlar, idealler yüzünden gelemiyorsa, o çok daha kötü. Bunları nereden mi biliyorum? Benim değil de, bir arkadaşın başına gelmiş, o söylediydi. Hayret edip bir sigara yakmıştım.

İmkanlar ve hayatta bulunduğumuz nokta, bir nevi statümüz, insanların bizi yargılama özneleridir, arka planı kimse düşünmez, içinizde verdiğiniz mücadeleyi, yaşadığınız devcileyin savaşları sizden başkası anlayamaz. Şunu düşündüğüm çok olmuştur: ulan ne gerek var bu kadar ince düşünmeye, hümanizmi odak almaya, hak hukuk gözetmeye, adaletin bayrak taşıyıcısı olmak için uğraşmaya, sen de sıradan bir insan ol, güdül, yağında kavrul, mutlu ol, olmasan da numaradan öyle görün, sen de bir persona ol. Olmuyor, beceremiyorum, belki de deneyemiyorum, necasetle yoğrulmuş dünyanın hamuru, kolay kolay yaklaşılmıyor. Beni bu hale getiren şeylerin başında edebiyat, felsefe ve adab-ı muaşeret geliyor. Söylerken bile yaralanıyorum. Bir insan okuduğu için, araştırdığı için, adabı, erkânı bildiği için pişman olmak zorunda bırakılır mı? Farklı bir evrende can bulsam olması gerekenin bu olduğunu söylerdim. Ama maalesef can bulunan dünyada olması gerekenler hiçbir zaman olmuyor. Güç kimin elindeyse, fazileti de onda belliyoruz. O gücün geldiği kaynağı hiç sorgulamıyoruz. Halbuki benim bildiğim; güç, kuvvet ne kadar fazlaysa tevazu da en az o kadar fazla olmalıdır. Bilgi, ilim arttıkça insanlar o denli mütevazı olmalıdır. Bir yerde sorun var ama... Hak hukuk arar olmak fanilerce bir garip karşılanıyor. Artık "torpil" yapana değil, yapmayana garip gözlerle bakılıyor. Bir de pişkin pişkin gülünerek, "devir böyle, ne yapalım?" deniliyor. İnsan gerçekten hayret ediyor. Adalet dünyanın her yerinde bir garip işliyor. Bundan yıllar yıllar önce Victor Hugo Sefiller'de Jean Valjean'a şunu söyletiyordu: "On dört yaşımdayken, karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldığım için, beni zindana attılar ve orada bana tam altı ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur." Çetrefil... İnsanların düşündükleri tek bir şey kalmış sanki: para. Daha fazla, en fazla. Bütün bunlar olurken dünyanın tüm zevkini, şevkini, ihtişamını kaçırıyormuşuz gibi geliyor bana. İnsan felsefenin içine girince dünyanın zevk alınmayacak bir yer olduğunu ayrımsıyor, Cioran'ı, Nietzsche'yi, Bernhard'ı ve benzerlerini okudukça mutluluk denilen bir kavramın varlığından şüphe duyuyor. İşin garip tarafı bu yazarların anlattıkları şeyler ütopik yahut varsayımsal şeyler değil,  insanların hiç görmek istemedikleri, sümen altı ettikleri, dünyanın gerçekleri olan şeyler. Ne alaka değil mi? Proust, Albertine, aşk, sevgi falan diyorsun da nasıl buraya bağlayabiliyorsun? Ben bağlamıyorum, hayat bağlıyor. Seni işsiz kılıyor, bağlıyor; seni güçsüz kılıyor, bağlıyor; seni kanatsız bırakıyor, bağlıyor; seni çaresiz bırakıyor, bağlıyor. Nasıl yaptığını bilmiyorum fakat bir şekilde imkanlıyı imkansız kılıyor hayat. 

Bazen de ülken oluyor, imkanlıyı imkansız hale getiren, sana onca satır yazdıran. Yalnızca ülken. Lakin her şeye rağmen ne yâr sevgin bitiyor, ne de yâren. Bitmesin de zaten. Vatan sevgisi zaten bitmez de, yâr sevgisini de tüketmemek lazım. Bir erkek olarak kadınsız bir dünyayı hayal bile etmek istemiyorum. 


Necip Fazıl ile başlayıp Proust ile devam ettiğim yazıyı en az Proust kadar münzevi olan, hiçbir yere ve hiçbir zamana tutunamayan ve mütemadi bir mutsuz olan Céline ile sonlandırmak sanırım en mantıklı olanı, pasaj muazzam eseri Gecenin Sonuna Yolculuk'tan:
"Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor."

18 Mart 2019 Pazartesi

UNUTMAK VE HATIRLAMAK ÜZERİNE

"o da oturuyor ben de
ne garip değil mi
susarak oturmak
hem de birbirimizle
bu kadar konuşmak isterken..."


Bundan yıllar yıllar önce, henüz Gebze-Haydarpaşa tren hattının tamirata girmediği bir zamanda, bir arkadaşıma trenle yapacağı Sakarya yolculuğunda refakat etmem icap etmişti, dönüşü de güzel bir şekilde planlayarak icabeti gerçekleştirdim, dönüşün planını yapmak çok başvurduğum bir yol değil aslında, bir yere gittiğim zaman; tatil olsun, sıla-i rahim olsun, iş olsun, hiçbir zaman dönüş planı yapmam. Fakat o ahvalde yapmam gerekiyordu, zira tek yoklama alınan ders olan iktisat dersine girmem gerekiyordu. Sakarya'da işimizi halledip dönüş yoluna geçtik, trendeydik, kafamı cama yaslayıp, sonsuz bir inançla hayal kurduğumu hatırlıyorum. Tren yolculuklarını oldum olası çok sevmişimdir, cam kenarına geçer, kafamı cama yaslar, dışarıda olup biteni izlerdim. Tren çocukluğumu hatırlatır bana, rahmetli anneannemle yaptığımız yolculukları, o zamanlar mızıka satarlardı trenlerde -insanlar eğlensin diye, şimdilerde mendil satıyorlar gözyaşlarını silsinler diye-, anneannem de her seferinde bir bana bir kardeşime iki tane mızıka alırdı, o güzel günlerden sonra, o üç kuruşluk mızıkanın verdiği hazzı en ala Hohner veremedi bana, vermesine de imkan yok şu saatten sonra, zira ne canımdan çok sevdiğim anneannem yaşıyor ne de o mızıka satıcıları...

Sakarya'dan Bahçelievler'e uzun bir yolculuk yaptım, yalnız ufak bir sıkıntı vardı, derse yaklaşık yarım saat gecikmiştim, yapacak bir şey yok diyerek kapıyı tıklattım, özrümü dileyip, muallime bir baş selamı verdikten sonra ömrümde yürüdüğüm en güzel, en farklı, en umutlu ve aynı zamanda en umutsuz, en karamsar on metreyi yürüdüm, bunun hikayesi çok daha derin, çok daha çetrefil, neyse, aciz bedenimin dehlizlerinde saklansın şimdilik, belki bir gün... Benim gibi dersi alttan alan çok kişi olduğundan, sınıf hıncahınç doluydu, arkalarda bir yer buldum, oturdum ve kırmızı kapaklı Ison-Wall İktisat kitabının sayfalarından birine, "gerçek bir kişiye yazılan" ilk şiirimi yazdım. İşte giriş kısmında yazdığım beş mısranın hikayesi...

Yazıma çok sevdiğim bir insanı konuk edeceğim. Alelade bir madleni çaya batırıp sonrasında unutuş ve hatırlama bağlamında içinde oluşanları mükemmel bir dille aktaran, dünya üzerindeki en büyük edebi eserin, Kayıp Zamanın İzinde'nin yazarı, yazmaya ve okumaya duyduğum ateşli aşkın en büyük sebeplerinden biri, Marcel Proust.

Pek muteber bir edebiyatçı olan Proust, "Kayıp Zamanın İzinde" serisinin ikinci kitabı olan "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde" adlı kitabında, "...bununla birlikte, uzaklaşmak etkili de olabilir. O sırada değerimizi bilmeyen gönülde, sonunda bizi görme arzusu, hevesi uyanabilir. Yalnız, bunun için zaman gerekir. Oysa zamana ilişkin taleplerimiz, en az kalbin değişmek için koştuğu şartlar kadar ölçüsüzdür. Bir kere, zaman en zor verebileceğimiz bir şeydir; çünkü ıstırabımız acımasızdır ve bitsin diye acele ederiz. Ayrıca, öteki kalbin değişmesi için gereken zamanı, bizim kalbimiz de kullanacak ve o da değişecektir; öyle ki, hedefimiz artık ulaşılabilir bir hale geldiğinde, bizim için bir hedef olmaktan çıkacaktır. Zaten bu hedefin ulaşılabilir hale geleceği, her mutluluğun, artık bizim için mutluluk olmaktan çıktıktan sonra, mutlaka elde edileceği düşüncesinin, doğru bir yanı vardır, ama tamamen doğru da değildir. Bu düşünce, artık ilgimiz kaybolduğu, ilgisizleştiğimiz zaman bizim için geçerlilik kazanır. Öte yandan, bu ilgisizliğin kendisi, eski talepkarlığımızı ortadan kaldırdığı için, geriye bakıp da bu mutluluğun, eskiden olsa bizi büyüleyeceğini düşünmemize yol açar; oysa belki o eski dönemde, bize çok noksan gelecek olan bir mutluluktur bu. İnsan pek ilgilenmediği bir konuda ne fazla titizdir, ne de iyi hüküm verebilir. Artık sevmediğimiz bir insanın bizim ilgisizliğimiz karşısında iyice aşırı görünen sevecenliği, belki de aşkımız karşısında hiç de yeterli olmayacaktı. O tatlı sözleri, görüşme teklifini, eskiden olsa bizde yaratacağı zevk bağlamında düşünürüz; hemen ardından gelmesini isteyeceğimiz ve belki o açgözlülükle gerçekleşmesini engelleyeceğimiz bütün diğer zevkleri düşünmeyiz. Yani gecikmiş olan, artık tadına varamayacağımız bir zamanda, sevgimiz bitmişken gelen mutluluk, bir zamanlar eksikliği yüzünden onca azap çektiğimiz mutlulukla, tıpatıp aynı olmayabilir. Buna karar verebilecek olan bir tek kişi vardır, o da, o eski zamandaki benliğimizdir; halbuki bu benlik artık yoktur; şüphesiz geri gelecek olsa, mutluluk da, aynı mutluluk olsun olmasın, kaybolup giderdi..." der. Bu benim için benliğimin geldiği son evreyi anlatan muhteşem bir pasaj olarak kayıtlara geçti, tarihin tozlu rafları arasında nevi şahsına münhasır bir yer elde etti. 


Unutmak, hatırlamak ve alışmak. Kaybedilen zamanı yakalamak. Proust'un yedi ciltte yaptığı buydu. Geçmiş her zaman geçip giden zaman demek değildir. Ne zaman böyle olur derseniz, "hatırlama" eylemi gerçekleşince derim. Bu durumda geçmiş aslında gelecek olur. Çünkü onu hatırlar, özlem duyar ve hayal kurarız. Hayal kurmak eyleminin başlangıcı şimdiki zamanda gerçekleşir, fakat derin hülyalara dalındıktan sonra şimdiki zaman yerini gelecek zamana bırakır, kurulan hayaller geçmişin zihindeki belirsiz bir zamanının gösterimi olduğundan mütevellit gelecek yalnızca geçmişin bir yansıması olur. Hayal, yaşanmışlıklar ve özlem aslında birçok zamana yayılmış haldedir, tahayyülümüz, imgelemimiz hangi zamana daha çok yaklaşırsa hayatımız da o an o zamana çekilir. Hatırladıklarımız bizi şimdiki zamandan çıkarıp geçmiş zamana götürür, geçmiş zaman kırbacı eline geçirdikten sonra artık tek hükümdar o olur. Yola devam ettiğimizde ise sağa ya da sola dönmemiz gereken bir yol ayrımıyla karşılaşırız: “alışmak” ve “unutmak istememek” Birinci yol imgelemi fazla zorlamaz (çünkü olayın gerçekleştiği tüm zaman dilimlerinde ziyadesiyle zorlamıştır ve bir şekilde aşılabilmiştir), “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” der ve hayatımıza kaldığı yerden devam ederiz. Lakin unutmak istememek mevzu bahis olursa, işte o zaman zaman kavramları birbirine karışır. Düşünmeye başlayarak şimdiki zamanda oluruz, hatırladığımız -belki de bizde devcileyin yaralar açan- o an ise artık geçmiş zamanın limanına demir atmışız demektir. İşin en meşakkatli ve üzüntülü kısmıdır bu evre. Pişmanlıklarla, keşkelerle dolu bir bataklık gibidir. Kendimize kızdığımız, bağırdığımız zaman geçmiş zamandır, çünkü pişmanlıklar denizi geçmiştedir, henüz yapılmamış bir şey için kendimizi örselemeyiz. Sonucunun hüzün olacağından tastamam emin olduğumuz bir konu yoktur. Varsa bile elimizde her zaman başka seçenekler vardır. Şimdiki zamana ve gelecek zamana bu yüzden daha ussal yaklaşabiliriz. Fakat geçmiş öyle değildir, telafisi de zaman gibidir. Geri gelmez, belki isteneni geri getirebiliriz lakin onsuz geçen zamanı asla geri getiremeyiz. (Herakleitos'un ırmak örneğinde de olduğu gibi.) Zaten çoğu zaman isteneni de geri getiremeyiz. Geçmişin dehlizlerine girdiysek ve onu, yani geçmişi unutmak istemiyorsak, şimdiki zamanda “özlenen ile bir gelecek zaman hayali” planlarız, tamamen varsayımsal; keşkeler ve pişmanlıklar bize yeni bir evrenin kapısını açarlar. Açılan kapıdan tereddütsüz gireriz, fakat her güzel şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardır, tekrardan “gerçek” dünyaya dönmemiz gerekir. Döneriz. Bazen bir sesle, bazen bir dokunuşla, bazen uyanarak, bazen uyuyarak, bazen güneşle, bazen yağmurla, bazen de iki mısrayla: “çünkü dargın havsalamın/gücü yok bazı şeyleri taşımaya” 

Okumak lazım, daha çok okumak, çok daha çok okumak... Bazen dinlemek, bazen konuşmak. Çok dinleyip, az konuşmak. 

Dinlemek demişken, 
Müşfik Kenter - Bir Garip Orhan Veli: 
Explosions In The Sky & David Wingo - Hello, Is This Your House: 
Tom Waits - Dead And Lovely:

Konuşmak demişken, benden, 
İsmet Özel - Kısa Pantolon, Paslı Çakı, Dizde Kabuk Bağlamış Yara
Kısa Çakı, Paslı Pantolon, Gözde Yarası Kalmış Kabuk:

Kırk yaşına kadar öğrencilik yapmış, şayet Sorbonne Üniversitesi'nin yetkilileri ona "Artık öğrenci haklarından yararlanamayacaksınız" dememiş olsa öğrenciliğe ölene kadar devam edebileceğini söyleyen, saygıyla önünde eğildiğim Cioran'la noktayı koyalım: "Toplum oluştuğundan beri, ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme uğramıştır ya da çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir mesleğiniz, isminizin bir alt-başlığı, yokluğunuzun üzerinde bir damga olsun. 'Hiçbir şey yapmak istemiyorum' diye bağırma cüreti kimsede yoktur."

14 Mart 2019 Perşembe

BİR ARKADAŞ


İçselleştirdiğim tüm hezeyanların dönüp bana çarpacağını, tastamam şirazemi kaydıracağını bilemezdim. Bazen bu düşünce içerisine kendimi istekli olarak sokmaya çalışırdım. Fakat hep nasihat boyutunda kalırdı. Sanırım musibete ihtiyacım vardı. Zira bin nasihata yeğdi. Olmazdı, başaramazdım. Ne zaman ki ayan beyan karşımda gördüm, ne zaman ki aynaya baktım ve ayna da bana baktı, o zaman anladım. Aynaya fiziksel özelliklerim için değil, vicdanımın bir yansımasını görmek için bakmam gerektiğini anladım. Dünya ölüme kadar zaman geçirilen bir çeşit hapishaneydi. Hepimizin ölüme kadar müebbet yediği bir hapishane. İntihar edenler ise bu müthiş güvenlikli hapishaneden kaçan kişilerdi.

Hiçbir zaman diğerleri gibi olamadım. Olmaya çalıştım mı? Defaatle. Fakat çabam arttıkça onların da istedikleri insanlar olmadıklarını, insan içine çıktıklarında ikinci maskeleri olan, mutlu yüz maskelerini taktıklarını gördüm. Onları kapalı kapılar ardında görmek, yalnız kaldıkları zamanki halet-i ruhiyelerini gözlemlemek zihnimi ziyadesiyle berraklaştırdı. Beyhude bir çaba içerisinde kayboldum. Gün günden kendimi tükettim.

Kendimi önemsemeyi bırakalı çok zaman oldu. Dolayısıyla toplumsal sorunlar karşısında da hissizleştim. Kendini düşünmeyi ve takribinde önemsemeyi bırakan birey nasıl olurdu da sosyokültürel sorunları düşünebilirdi? Oysa ne çok çabalamıştım insanlara hümanizm namına bir şeyler katabilmek için. Engin Hoca “Zamane” adlı kitabında özerklik ve özgürlük kavramlarının birbirinden farklı şeyler olduğunu, özerkliğin ilk denemelerini ise bir ila üç yaşları arasında gerçekleştirdiğimizi söyler. Bunu çocukluğunda yapamayan birey, diğer bir deyişle ailesel yahut sosyokültürel nedenlerle -çocukken- bastırılan birey büyüdüğünde karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma gibi sıkıntılarla karşılaşır ilerleyen zamanlarda. Ve maalesef bu özerk olamama hali bütün ömrüne sirayet eder. Ailesinde özerkliği tadamayan çocuğa toplumun bu kavramı öğretmesi sizin de tahmin edebileceğiniz gibi çok güçtür. Zira toplumun da çok büyük bir kesimi özerklikten bihaberdir. Bu güçlüğü yenmek için insan nasıl çabalaması gerektiği konusunda epey derin düşüncelere dalıyor. Daldım. Önce aile, sonra yakın çevre ve son olarak toplumun diğer bireyleri... Merkezden çevreye. Zira merkezi halledemezsem temeli sağlam atılmayan bir bina gibi tek darbede yıkılırdı tüm uğraşlarım.
Yolumda emin adımlarla ilerliyordum ki bir şeyi unuttum ve unuttuğum bu şey felaketim oldu. Toplumsal normların ülke bireylerindeki müthiş etkisi, "Elalem ne der?" algısı. İşte bunu unutmuştum. Halbuki tüm sosyokültürel sorunları bu temelde şekillendirmek mümkündü. Zira bireylerin çocuk yaşta özerkliklerini kazanamamasının nedeni onların ebeveynlerinden kaynaklanıyordu. Bu erki kazanamayan ebeveynler de kendi ebeveynleri yüzünden kazanamamışlardı, mamafih kendileri de kazanmak için bir çaba göstermemişti. Belki de ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Görmemişlerdi. Ama sorgulamamışlardı da. Sorunun temeline inerek, o ilk kıvılcımı bulmak gerekiyordu. Ne zaman tüm bu sorunlardan bunalıp, "nasıl geldiyse öyle gitsin" diyecek oluyordum direkt aklıma Nazım ve şu dizeleri geliyordu: "Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/nasıl/çıkar/karan-/-lıklar/aydın-/-lığa..."

Sahi ben hala yanmamış mıydım? Sıra sen ve bize geçmemiş miydi? Tüm çabalarım beyhude miydi yoksa? Bu ne dayanılmaz bir histir, bana aynada kendimi göstermeyen.

Onulmaz dertlerle kendimi sokağa attım. Sigara içmeliydim. Salt içmek yetmez, dertlerim gibi sigarayı da uç uca eklemeliydim. Tünel'den Galata'ya doğru inerken Şahkulu Camii'nden İkindi ezanının sesi geliyordu. Eylül bir gün sonra Ekim'e evrilecekti. Hava kalplerimizden çok daha karaydı. Lakin o er ya da geç aydınlığa kavuşacak, kalplerimiz ise hep karanlık kalacaktı. Ben bu düşünceyi içimde bir yerlerin onayına sunarken gök birden şiddetli bir şekilde haykırdı. Sanırım bana ve düşüncelerime gülüyordu kendine has üslubuyla.

Biz insanlar kendimizi ne çok büyütüyorduk. Her şeyi nasıl da umarsızca kendimize yoruyorduk. Bu düşüncelere dalar dalmaz dinazorlarla ilgili izlediğim bir belgesel geldi aklıma. Günlerden pazardı. Geç kalkmıştım, kahvaltımı ettikten sonra çayımı ve sigaramı alıp televizyonun karşısına geçmiştim. Sahi neden televizyonun karşısına geçmiştim? Ben televizyon izlemezdim. O saçmalıklar turnusolu kutu misafirler eve geldiğinde televizyonu yokmuş demesinler diye annem tarafından süs maksatlı aldırılmamış mıydı bana? Ev alışverişinin son parçasıydı. Şu alışveriş faslı bir bitsin artık da gideyim yatayım diye ses etmemiştim. Biliyordum, laf anlatmaya çalışsam dinletemeyecektim. Ama içimde de açıklanmaz bir sıkıntı duymuştum. Kendime ihanet ettiğimi düşünüyordum. NatGeo'yu açtım. Yaklaşık 60 milyon yıl önce Meksika Körfezi'ne düşen bir meteordan bahsediyordu sunucu. Bu meteor bilmem kaç kilometre etkili olmuş, etrafında canlı varlık bırakmamış, hepsinin ölümüne neden olmuştu. İşte dinazorların da bu hayat tiyatrosunun sahnesinden emekliye ayrılması bu şekilde olmuştu. Olayın çekiciliğine kapılıp bahsettiğim zaman mefhumunu kaçırmamışsınızdır umarım. 60 milyon yıl önce. 60 milyon yıl. 60 milyon... Bazen egolarımızın ve yersiz kibirlerimizin yetmiş yıllık bir yaşantı göz önüne alındığında devcileyin olduğunu düşünüyorum. Bunun temel nedeni ise hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamızdan kaynaklanıyor. O bilinç öyle ya da böyle, bir şekilde çıkıyor beyinlerden.

İşte şimdi Karaköy'deyim. Evden çıktığımda yeni açtığım sigara paketine çakmağım sığıyor artık. Sigara eksildikçe hüznüm çoğalıyor. Karşı kaldırımdan kara çarşaflı bir kadın geçiyor. Henüz yanımdan geçen iki genç o tarafa bakıp alay ediyorlar, 21. yy.'da olduğumuzdan, hala böyle giyinenlerin varlığından dem vuruyorlar. Biraz sonra aynı kaldırımdan mini etekli, üzerine giydiği beyaz tshirtten siyah sütyeni belli olan genç bir kadın geçiyor. Hemen önümde yürüyen uzun sakallı, şalvarlı, elinde tespih olan amca genç kadına bakıp tövbe çekiyor, durumdan muzdarip. Halbuki beş altı adım sonra o genç kadını kaçamak bakışlarla süzüyor ve onun olduğu kaldırıma geçiyor. Soluğunu da hemen arkasında alıyor… Biz hangi ara bu kadar tahammülsüz olduk? Hangi ara karşımızdaki kişileri fiziksel özellikleriyle yargılar olduk? Hangi ara din, dil, ırk ayrımı yapar olduk? Keşke bir ara, ufacık bir ara da olsa insan olabilseydik. Ah Nazım ah! Keşke icraat kısmı da iki üç satırda anlattığın kadar kolay olsaydı. Biliyorum, sen de o satırları yazarken şappadak yazmadın, görmüş geçirmişlik yazdırdı sana onları. Bakma sen bana ve yersiz düşüncelerime.
İnsanların bu toplumda(n) bilinçli olarak yalnızlaşmasını anlıyorum ve onlara ziyadesiyle hak veriyorum.

26 Şubat 2019 Salı

MELALİ ANLAMAYAN NESLE AŞİNA DEĞİLİZ

Hüznün sırrını yaydığı karanlık, kasvetli, ser verip sır vermeyen elemli havalarda, ziyadesiyle, ölüm sancısıyla yoğruluyordum; adı konulamayan bir gaileydi bu, sebebi bilinmeyen; hüzünle beslenen bir huzursuzluk hali. İnsanlar bu durumda olan kişilerin sağlıklı olmadıklarını ve ivedilikle tıbbi yardım almaları gerektiğini söylüyorlardı, mamafih ben bunu hiçbir zaman doğru bulmadım, insanların söz birliğine varmışçasına klinik kapılarını işaret etmeleri ezelden beri tuhafıma gitmiştir, sanıyorum bu kanıya varmamdaki en önemli faktör psikiyatristleri mutlak bir inançla bekara karı boşamakla suçlamam, siz insanlar buna önyargı diyebilirsiniz, belki haklısınızdır da, lakin ne önemi var? Ben, halet-i ruhiyemin benliğime yaşattığı onulmaz buhranlarda bir beis görmedim hiçbir zaman, üstelik çoklukla, bu durumun yaratıcılığımı arttırdığına şahit oldum. Hal böyleyken, işimin de yaratıcılık gerektirdiği düşünüldüğünde, yaptığım eylemin, daha doğrusunu söylemek gerekirse, eylemsizliğin, işime geldiğini yadsıyamam. İnsanların yanıldıkları husus, bu dünyaya herkesin mutlu olmak için geldiğini düşünmeleri, bense herkesin mutlu olduğu bir dünyayı düşünmek dahi istemiyorum. Üstelik derdi olmayan insan hiçbir zaman üretmek kaygısı gütmez, elde olanla yetinir; şayet herkes mutlu olsaydı, kimse ne Proust’u ne Pessoa’yı ne de Celine’yi tanırdı.

Haftanın ilk günü. Bazı insanlar bu güne bir çeşit sendrom olarak bakıyorlar, çünkü ne sevdikleri işte çalışıyorlar, ne de çalıştıkları işi seviyorlar. Benim için ise haftanın ilk gününün haftanın herhangi bir gününden farkı yok. Hayatımı idame ettirebilmem için çalışmak zorundayım, öyleyse çalışıyorum, hepsi bu! Üzgünüm, Bartleby yalnızca bir roman kahramanı… Düşünmek bir bataklıktır, bu bataklığa adımını attığın an gün günden daha da içine saplandığını ayrımsarsın ve bir zaman sonra kafanı yukarı kaldırdığında gökyüzü yerine namütenahi bir karanlık görürsün... Hayatı idame ettirebilmek için çalışmak; çalışmak için yaratmak; yaratmak için de düşünmek gerekiyordu, en azından benim içinde bulunduğum durumda. Haftanın ilk günü. Müdürün odası. “Oruç, kötü görünüyorsun, neyin var?” Hislerim olmasaydı bu soruyu beni düşündüğü için sorduğuna inanırdım. “Sanırım bir çeşit depresyon, önemli değil.”, “Psikiyatrist bir arkadaşım var, istersen numarasını vereyim, görüş.” Hislerim olmasaydı bu soruyu da beni düşündüğü için sorduğuna inanırdım. “Teşekkür ederim, lüzum yok.”, “Bu hafta sonuna kadar bir metin yazılması gerekiyor, bir tek sen boştasın, bu durumda yazabilecek misin?” Hislerim var. “Ne hakkında yazacağım?”


Hafta sonu gelip çatmıştı, yaratıcılık isteyen bir metin yazmam gerekiyordu ve ben henüz bir cümle dahi yazmamıştım; hava yine kasvetli, yine buhranlıydı, ceviz ağacından yapılmış masamda iki ebedi dosta ihtiyaç vardı, sigara ve kahve, bugün dostluklarına her zamankinden daha fazla ihtiyacım olduğu aşikardı... Metin Ludwig Wittgenstein ile ilgiliydi, felsefeye kattığı yenilikler ve hayatıyla ilgili birkaç sayfa yazmam gerekiyordu. Dışarıdan bakıldığında insanlar, haklı olarak, bu denli bir konuda yaratıcılığın ne önemi var diyebilirler, fakat benden istenenin ne olduğunu tam olarak anlamadan bu tarz önyargılara varılmaması gerektiğini düşünüyorum; yaratıcı olmam gereken husus, metnin herkes tarafından bilinen bilgilerle donatılmaması gerekliliğiydi, belli başlı bilgileri verecek ve -en azından- son paragrafta ilginç olan birkaç bilgi daha verecektim ve aynı zamanda, henüz didiklenmemiş birkaç da çıkarımda bulunmam gerekiyordu. Giriş ve gelişme kısmını genel anlamda "Tractatus" ve öteden beriden topladığım makalelerdeki bilgilerle doldurduktan sonra son paragrafa geldim, sonuç kısmı, yaratıcılık ve çıkarım gereken kısım; insan bir kere düşünme batağına düştü mü yaratıcı olmaması için hiçbir neden yoktur. Ailesinin bütün servetini terk edip bir köyde öğretmenlik yaptığı geldi aklıma, fakat bu para etmezdi, çok bilindikti; ustalarını düşündüm, Russell ve Frege’yi, buradan da gidemezdim, zira “daha önce bu konular hakkında onlarca yazı yazılmıştır zaten” diye düşündüm. Sonra havanın kasveti ve metni bitirememenin sıkıntısı üzerime çökmüş olacak ki camı açmak için yerimden kalkıp pencereye doğru yöneldim, camı açtım, biraz hava aldım, bu kadar hava yeterli deyip metne dönmeye karar verdim, tam o esnada karşımda daha önce hiç dikkat etmediğim bir tabela gördüm: “Paul’s Coffee” Paul’s… Coffee… Paul’s… Paul… “Tabii ya, Paul!” diye ünledim, biraz sesli ünlemiş olacağım ki, çalışma arkadaşlarımdan birinin -kim olduğunu kestiremedim-, “bu da iyice delirdi!” dediğini duydum. Böyle hakaretamiz bir tepkiye güleceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Aslında ben, tepkiden ziyade tepkinin havsalamda yarattığı imgeleme gülmüştüm, yüzlerindeki ifadeden gülmeme şaşırdıkları anlaşılıyordu, zira ilk defa böyle bir cümle karşısında kayıtsız kalmıştım. Her ne kadar dile getirmeseler de insanlar maske takmayan kişilerden haz etmezler. Samimiyetten oldum olası hoşlanmamışımdır. Bunun en büyük gerekçesi ise -tecrübeyle sabit olmakla beraber- insanlardı, yüzlerine ufacık bir gülmeyegör, hemen su koyverip ciddiyeti elden bırakıyorlardı, sonra ayıkla pirincin taşını… Hal böyleyken bana karşı hüsnüzan etmediklerini anlamak zor değildi. Aklım kimin söylediğini anımsayamadığım o cümleye takılmıştı, “bu da iyice delirdi.” Delirdi... Paul da delirmişti. Yerime oturduğumda yaratıcılık gereken son kısmı nasıl dolduracağımı bulmuştum. Thomas Bernhard’ın “Wittgenstein’ın Yeğeni” adlı kitabı bana bu yolculuğumda refakat edecekti, aslına bakarsanız, Bernhard ve kitabından ziyade, arkadaşı, Ludwig Wittgenstein’ın yeğeni Paul refakat edecekti. Kitapta iki arkadaşın Paul’un amcası Ludwig ile ilgili çok konuşmadıklarını anlatıyordu Bernhard, işte yaratıcılık da tam olarak burada devreye girecekti. Girdi de. Bernhard, Ludwig ve Paul üçgenine farazi birkaç detay ekledim, yazıyı tamamladım ve müdüre teslim ettim. Yarım saat sonra gülen gözlerle odasından çıkan müdürün masamın önüne doğru yürüdüğünü ayrımsadım, belli ki söyleyecek bir şeyi vardı: “Bu kadarını beklemezdim Oruç,” dedi, halinden memnun bir ses tonuyla, “iyi iş çıkarmışsın.” Kafamı bilgisayarın ekranından kaldırdım, sigaramdan bir nefes aldım ve onu kül tablasıyla aşk etmek üzere azat ettim. Müdür ve otuz iki dişi karşımdaydı, kendimde, ağzımı açıp kelam etme konusunda herhangi bir istek görmediğim için, alelade bir kafa selamı verdim; bu, “önemli değil, şimdi beni rahat bırak” demekti. Haftanın başında kötü göründüğümü düşünüp sıkılgan bir ses tonuyla psikiyatrist bir arkadaşına görünmemi salık veren müdür, haftanın sonunda, salık verdiği arkadaşına gitmemeyi tercih ettiğim için (yoksa, Bartleby?) bu denli mutlu olabilmişti. Benim hüznüm onun mutluluğu olmuştu. Bilmiyordu, şayet salık verdiği psikiyatrist arkadaşına gitseydim hala somurtuyor olacaktı. Ses çıkarmadım. Halinden memnun, gülüyordu, benden ve yarattığım metinden de memnundu, bendeyse, devcileyin bir ait hissetmeme duygusu hasıl olmuştu. Tarih tekerrürden ibaretti, en azından bu ofis içinde...

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...