10 Nisan 2019 Çarşamba

NE SEN LEYLA'SIN NE DE BEN MECNUN

Thomas Bernhard Bitik Adam’da şöyle diyordu: “Büyük düşünürleri kitaplıklarımızda tutukladık, oradan bize ilelebet gülünçlüğe mahkûm edilmiş olarak bakarlar.”

İnsanın olduğu yerde eksiklik vardır. Hayat, akışını genelde yitik sürdürür. Bernhard’a bu sözü söyleten de bu yitiklikti bana kalırsa. Ömür denilen sonu belirsiz sürgün yalnızca belli başlı birkaç şeyle geçmiyor. Sadece okumak, sadece müzik, sadece sevişmek(iki anlamda da), sadece çalışmak ve daha nicesi... Bunların yalnız bir ya da birkaçıyla bir ömrü nihayete erdiremeyiz. Salt bunlara takılı kalırsak ömrü yerinde saydırırız, çoklukla huzursuz ve mutsuz olarak... Yaşam denilen bu tiyatroda diğer insanlara da ihtiyacımız var, duygu ve düşüncelerimizi paylaşabileceğimiz duygudaşlara. Bir nevi hayatlarımızı bazen müşterek kılmaya ihtiyacımız var, malum sona kadar yalnız yaşayamayız. Hayatları müşterek kılmak, aynı cümledeki iki öznenin aynı dili konuşması anlamına gelir. Karakter olarak aynı olmak değil bahsettiğim hadise (ki zaten böyle bir şeyin imkanı yok, bir tane daha sizden yok), birlikte vakit geçirmekten zevk almak, oturulan alelade bir masada birinci dakikada aldığın hazzı dördüncü beşinci saatte de alabilmek, birlikte olunan zaman zarfında hayatı müşterek kılabilmek. Aynı dili konuşmak ve hatta gerektiği zaman aynı dilde susmak kolay bir hadise değil anlayacağınız.

Benim büyük düşünürleri kitaplık hapishanesinde cebirle zapt etmem aynı dili konuşacak insan bulamamdan kaynaklanıyor çoğu zaman. Proust, Cèline,  Pessoa, Bernhard, Russell, Schopenhauer, Nietzsche, Cioran... Yazarlar artık yalnız uğrama koğuşumuza diyorlar, yalnız yalnız bir yere kadarmış, hak veriyorum onlara, lakin hayat söz ile denge sağlamıyor, emrivakiyi seviyor, kendi kuralları var, sen de kurallara uymaktan imtina edince haliyle yolunda gitmiyor bazı şeyler.

Geçtiğimiz günlerin birinde, ismi lazım olmayan bir kafede kahve-kitap-sigara üçlüsüyle keyif yapıyor, hazdan hazza koşuyordum, yukarıdaki yazarlar duymasın, yine yalnızdım, kafedeki masaların hepsi doluydu, yalnız benim masamda, karşımdaki koltuk boştu. Bir kadının bana doğru gelip bir şeyler söylemeye çalıştığını ayrımsadım. Kulaklıkları çıkarttım, “Efendim, duyamadım.” dedim. “Kafede boş masa bulamadım da, birini beklemiyorsanız oturabilir miyim?” dedi. “Tabii ki, buyrun.” dedim. Teşekkür etti ve oturdu. Masa artık tekillikten çıkıp müşterek olduğundan dağınıklığımı onun tarafından kendi önüme  çektim, psikolojik bir sınır koydum masaya, görünmeyen. Çantasından bir kitap çıkarttı ve masaya koydu, kitap Cioran’ın Çürümenin Kitabı adlı kitabıydı. Gayriihtiyari gülümsedim, bu kitabı da hapsetmiştim kitaplık hapishaneme, aramızdaki ufak benzerlikten dolayı yüzüne bakmalıyım, diye düşündüm. Mavi gözler, kumral bir ten, açık kahve saçlar... Beni bu güzel havalar ve böyle güzel kadınlar mahvetti, diye düşündüm onu gördükten sonra. Üniversitenin ilk yılında flört ettiğim İsviçreli Mariel’e benziyordu. Onunla aramıza namütenahi sınırlar değil konuşulan -ve dolayısıyla anlaşılan- dilin farklılığı girmişti, Skype görüşmelerimiz dil yetersizliğinden sekteye uğramıştı, sözlük kâr etmiyordu artık, Mariel beş dil biliyordu, ben yalnızca Türkçe, evet, gözlerin dili olmaz belki ama gözlerin dilinden bahsedebilmek için önce hayatı bir noktada müşterek kılmak gerekiyordu ve ben bu müşterekliğe kilometrelerce uzaktaydım, velhasıl beceremedik, Türkiye’ye geleceğine dair mesaj atmıştı ben çoktan bu işin olmayacağını anlayıp, görüşmeyi kestikten üç ay sonra, diye düşündüm. Felsefenin bana hayatı bu denli sorgulatabileceğini hiç düşünmemiştim daha önce, felsefecilerin koğuşuna birer öğün fazla yollamak lazım, diye düşündüm, belki de öğünlerin yanına birer paket de sigara koymak... Beni derin tahayyüllerden uyandıran onun sesi oldu: “Çakmağınızı alabilir miyim?” dedi tok bir ses tonuyla. “Sormanıza lüzum yok, istediğiniz zaman alabilirsiniz.” dedim tebessüm ederek. Hayatı müşterek kılma çabaları, diye düşündüm, sonrasında 73’ tarihli Cioran röportajı geldi aklıma, özgürlükle ilgili söyledikleri bilhassa, tebessüm ettim karşımdaki duru güzelliğe bakmamaya çalışarak. Sonrasında o kendi kitabına ben kendi kitabıma... Kulaklıklarımı tekrardan kulaklarıma taktım, işte şimdi Ernesto Cortazar tarafından Beethoven'e ithaf edilen Beethoven's Silence çalıyordu.

İlerleyen saatler birçok bilgi ve birikimi de beraberinde getirdi. Masayı ziyadesiyle müşterek kıldık. Adının Leyla olduğunu, Avusturya’da yaşadığını (bunu söyledikten sonra on dakika Bernhard ve onun Avusturya hakkında söylediklerinden bahsettik), buraya bir haftalığına tatile geldiğini, Berlin Sanat Üniversitesi Müzik Bölümü'nden üç yıl önce mezun olduğunu, yaklaşık iki yıldır piyano eğitmenliği yaptığını ve en önemlisi bu müşterekliği yalnızca bugün sağlayabileceğimizi öğrendim, çünkü ertesi gün tekrardan Avusturya’ya uçacaktı. “İyi şeyler birdenbire olur.” diyordu Oğuz Atay, diye düşündüm. Doğru ama eksik, iyi şeyler birdenbire oluyordu ve birdenbire bitiyordu.

Bazı insanlar o büyük düşünürlerden habersiz olur, belki onlara ihtiyaç duymaz ve onları tutuklarlar, bazıları da her şeyin farkında olur, buna rağmen onları tutuklamak zorunda kalır. Tek farkla aynı sonuca çıkar tümceler, habersiz olanlar hücrelerindeki düşünürlere yemeklerini, içeceklerini devletin vermesini beklerler, hatta onların aç kalıp kalmadıkları umurlarında değildir, halbuki asıl aç kalanlar düşünürlerden habersiz olanlardır, bilmezler; bazıları da, onları asıl hapsedenler, yemeklerini, içeceklerini ve sigaralarını kendi elleriyle verirler, onlarla konuşurlar, devletten en ufak bir yardım beklemezler, diye düşündüm. Uzun bir zamandan sonra hayattan bu denli zevk aldığımı düşündüm, hem de dört saat, diye düşündüm. Hayatı aynı dili konuştuğun bir insanla müşterek kılmak ne güzelmiş; bir müzisyenle, müzikten, edebiyattan, felsefeden, tarihten, sanattan, sinemadan -özellikle Tarkovski’den- konuşmak ne güzelmiş, diye düşündüm. Elem... Duru bir güzellik, sana bakan bir çift mavi göz, rüzgarla ahenk içinde vals yapan açık kahve saçlar, yanakta çukurlar, göz altında çizgiler bırakan ufak bir tebessüm, Avusturya’ya yolum düşerse beni büyük bir zevkle konuk edeceğini söyleyen güzel bir kadın, Leyla, ondan geriye kalansa, somut olarak, yalnızca birkaç anlamsız rakam, söylediği gibi yan yana getirilince ona ulaşan...

Başlamadan bitmek zorunda kalan his yığını, avazın çıktığı kadar susmak, diye düşündüm, söz gümüşse sükût altınmış, lakin maddeye, dünya malına önem vermeyen birine ha gümüş ha altın, ne önemi var? Onunla müşterek kıldığımız masa saadet içinde geçen dört saatin ardından müşterekliğini yitiriyor, tekrar benim özel alanıma, yalnızlığıma dönüşüyordu (malum yazarların yalnızca dört saat olsa da istediğini yaptım, diye düşündüm), şimdi, kitabıma bakıp, ona zaman ayıramayacağım için ondan af diliyor ve akabinde yalnızlığımı bir sigarayla taçlandırıyorum. Şimdi ise telefonumdan müzik listesini açıyor, Ahmet Kaya’yı buluyorum. Söylüyor: “Ne sen Leyla’sın, ne de ben Mecnun...”

O, güzel, alımlı, aynı zamanda muteber kadın, Leyla gittikten sonra biraz önce müştereklikten tekliğe evrilen masanın ortasındaki saksıda duran menekşenin kokusunu alamaz oluyorum. Sonra aklıma, yine bir Ahmet Kaya şarkısıyla öğrendiğim,  menekşelerin bir kokusu olmadığı gerçeği geliyor. Peki benim dört saat boyunca kokusunu aldığım şey neydi, diye düşünüyorum. Gaile...

Velhasılıkelam, büyük düşünürleri kitaplığımda tutuklayanın, onların oradan bana gülünçlüğe mahkûm olarak bakmasının müsebbibinin ben olmadığımı anlıyorum şimdi, ne tuhaf! İşlemediğim bir suçun cezasını çekiyorum. Yargılanıyor, örseleniyor, incitiliyorum. Oysa o kalsa belki de işlemediğim bir suçun cezasını çekmek zorunda bırakılmazdım, diye düşündüm, ya da çoğalsa, birikip çağlasa, kendini kendinden çoğaltsa... Yakın bir zamanda, bir deniz şehrinde, güzel bir kadın tanıdım, Poe’nin Annabel Lee’si gibi, ismi Leyla, kimseye onu anlatamadım, kendime bile, oysa ben onu dünyaya anlatmak isterdim, varoluş nedenimi açıklar gibi, kelimeler yetmeyince aşikarı açığa çıkarmaya, devcileyin bir özlem olur artık içte kalanlar. Her şey yiter, bir şiir kalır geriye her şeyden:

"Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlıyamam."

-Ayrılış, Orhan Veli

YAŞAMAK ÜZERİNE

“İnsanlar, tarıma başlamakla, açlıktan ölme tehlikesini azaltmak için, tekdüze ve usandırıcı bir yaşantıya razı olmuştur. Oysa besinlerini...